30 Mart 2011 Çarşamba

Jens Lehmann Geri Döndü!

Arsenal'in yeni (!) transferi 41 yaşındaki Jens Lehmann, dün itibariyle sahalara döndü. Arsenal Rezerv takımının Wigan Rezervleri ile yaptığı maçta 90 dakika boyunca görev alan Lehmann, yorumlara göre, takımının 2-1 yenilmesine engel olamasa da fena bir görüntü vermemiş. Bu arada aynı maçta kendisine kulüp arayan Jeremie Aliadiere de Arsenal formasıyla 79 dakika oynamış.

Görünen o ki, Lehmann, Arsene Wenger'in gözüne yeniden girmeyi kafasına koymuş. Maçla ilgili de kulübün resmi internet sitesine bazı açıklamalarda bulunmuş:

"Bir maçta oynamak benim için çok yararlı oldu. Birkaç haftadır sıkı antrenmanlar yaptığım için fiziksel olarak, kendimi iyi hissediyordum. Aslında Arsenal'e katılmadan da durumum fena değildi ancak üç saat boyunca takımla idmana çıkmak çok başka bir şey. Bunu son haftalarda çokça hissettim. Fakat şimdi eksiğimi kapattım ve kendimi çok tazelenmiş hissediyorum.

Maç iyiydi. Oynamaya ihtiyacım vardı. Aslında yenildik ve bu sebepten dolayı da tam olarak mutlu olduğumu söyleyemem. Ancak daha iyi yapabileceklerimi görmek, her zaman için yararlı bir şey. Antrenmanda test edemeyeceğiniz bazı durumlar var. Gerçek bir maçta hakemler, asistan hakemler ve diğer tüm etkenler bir araya gelince çok daha başka bir durum oluşuyor. Benim için iyi bir deneyimdi"

Daiane De Souza "Deniz" Olsun...


Uzun zamandır yazı yazamıyordum. Blog yasakları, okul ve part-time işler yüzünden fazla girmedim bile. Blog yasakları diyorum çünkü ne yaparsam yapayım(dns değiştirme, hosts dosyası yükleme vs.) engelleri aşamadım. Bir yöntem buldum o da oldukça yavaşlatma makinayı ve reklam dünyasına sokmakta beni. Her neyse efendim. Bunları yazdım ki bir okuyucumuz kesin çözüm sunup yorum kısmında paylaşırsa bahtiyar olacağım... Bu süre zarfında beni blogtan atmamış ve tek başına gerekli katkıyı sağlamış sanut'a da teşekkürlerimizi iletelim.

Artık konuya geçebiliriz. Başlıktaki abla birçoğunuzun da bildiği gibi Alex De Souza'nın eşi. Biz Fenerbahçelilerin canı ciğeri. Bazı gollere bizden daha coşkulu sevinmişliği bile vardır. Fenerbahçe'ye duyduğu aidiyet kocasından ileri gelmektedir diye düşünebiliriz. Zaten Alex'in attığı gollerden sonra kamera ona dönüyor o da kocasını çılgınca destekliyor diyebiliriz.

Bunlar yalan olmamakla birlikte başka bir durumu var Daiane'nin. Dünkü milli maçı, locasından, milli takım formasıyla izlemeye gelmesi hoş bir tavır. Hadi diyelim Alex, takım arkadaşlarını izlemek için geldi, Daiane niye geldi? O formayı giydi?

Üstelik bu kadar da değil. Boğaz Köprüsü ve Türkiye bayrağı dövmeleri de varmış kendisinin. Sıfır milliyetçilik duyguları taşıyan hatta bunun mantıkla bağdaşır bir yanı olmadığını düşünen ve yurt sevgisini bayrak, köken üzerinden tanımlamayan beni; hem şaşırtmış hem de ne yalan söyleyeyim etkilemiştir bu kadın. Daiane De Souza'nın ne kadar Türkçe konuşabildiğini bilmiyorum ama adının "Deniz" olarak değiştirilmesi gerektiğini düşünüyorum. "Damla" da olur, tipi uygun...

29 Mart 2011 Salı

Amaca Uygun... / Türkiye:2 Avusturya:0


İhtiyacımız olan şey galibiyetti. Galibiyeti de -bir şekilde- elde ettik...

Bu maçın özeti bana göre bundan ibarettir.

Yaşadığımız ülkenin psikolojik ortamından ötürü şimdi birçok yerde pembe tablolar çizilebilir. Herkes milli takımın ne kadar iyi oynadığını, çok güzel goller atıldığını, Avusturya'nın 90 dakika sahadan silindiğini falan yazabilir. Oysa şu galibiyetin sarhoşluğundan çıkıp düşündükten sonra, hiç de öyle olmadığının farkına varacağız çoğumuz.

Aslında çok zor maçtı tabii. Bu galibiyeti takdir ediyorum. Başarı olarak görüyorum. Ne de olsa Azerbaycan maçında şansımızı neredeyse sıfıra indirmiştik. Ve bu maçı da mutlaka kazanmamız lazımdı. Bu bağlamda iyi futboldan öte, sonucun ön plana çıkması gayet normal. Peki bu oyun ve bu anlayışla Belçika maçı ne olur? İşte o koca bir muamma...

İki güzel gol attık. İki golümüz de bireysel beceriyle geldi. Takımımızda Türkiye'de forma giyen ve Türkiye ligini aşan iki oyuncu Arda Turan ve Gökhan Gönül, bireysel yeteneklerini kullanıp çok şık iki gol attılar. Goller, herhangi bir taktik varyasyonun ürünü değil. Tamamen zeka ve beceri ürünü... Bu takımın, set oyunu oynayarak da gol atması lazım. Bunu bir köşeye yazalım.

Rıdvan Dilmen, oyunu iyi okuyor. Buna şüphe yok. Maç boyu etkisiz olmamızın nedenini gayet iyi açıkladı. Orta sahada Selçuk İnan ve Nuri Şahin yan yana ve geride oynadılar. Savunmaya çok yakın top aldıkları için de ileride fazlaca çoğalamadık. Belki kanatlarda dripling özelliği olan bir oyuncu olsaydı durum daha farklı olabilirdi. Mesela Burak Yılmaz merkez forvet oynamak yerine kanatta oynasaydı. Hatta ve hatta Colin Kazım oynasaydı bile bu maçta çok etkili olurdu diye düşünüyorum.

Maçın adamı şüphesiz ki Arda Turan. Arda, maça sol çizgide başladı. Maç içerisinde çok akıllı davranarak ortaya ve zaman zaman sağa da geldi. Bu hareketi, rakibin dengesini bozdu. Solda oynamaya devam etse Ekrem Dağ karşısında çok zorlanacaktı. Nitekim Ekrem fizik olarak Arda'dan iyi durumda. Yine de Arda'nın kilo vermiş olduğunu görmek güzel. Aylardır oynamayan bir oyuncu için gayet güzel bir performans sergiledi. Hatta daha da açık söyleyelim, milli takımda sonucu değiştirebilecek yegane oyuncu konumundaydı Arda. Galatasaray'da oynamadığı dönemde bu maça itinayla hazırlandığı belli oluyordu her halinden. Hem fiziksel olarak, hem de kafada... Biz de aylardır "Arda nerede" diyip duruyoruz. Gayet de milli takım kampındaymış adam :) Ancak hakkını yemeyeyim, iyi oynadı. Maçın sonlarına doğru yorulması normal. Ne de olsa en son olarak böylesi bir eforu yine bir milli maçta, Belçika'ya karşı sergilemişti. Golünden sonra yaptığı "bunu da yazın" hareketi de Emre abisinden kendisine miras olsa gerek. Böyle ufak işlerle uğraşması ona taktığım "zübük" sıfatını daha çok hak etmesine neden oluyor. Aslında bu konuda yanılmadığımı görmek, hoş değil. Neyse, umarım ki sezon sonunda Avrupa'ya gider de hem kendisi hem de Galatasaray bu sıkıntılı durumdan kurtulur. Yine de ne olursa olsun, bu ülkenin futbolunun onun yeteneklerine ihtiyacının olduğunu bilmesi lazım. O kafasını futbola verdiği sürece buradakiler onu bağrına basacaktır. Futbol dışında şeylere kafa yorup saha içi performansının düşmesine neden olursa da doğal olarak eleştirilecektir. Bu kadar basit.

Orta sahada Selçuk İnan'ın takıma oturduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Nuri biraz tutuk göründü ancak bence çok yararlı top oynadı. Basit oynadı ve gayet etkiliydi aslında. İkinci yarıda rakibin baskı kurduğu 20 dakikalık bir periyotta kötüydü sadece. Ki o ara tüm takım yorgun ve etkisizdi. Yazının başında da belirttiğim gibi, Burak Yılmaz'ın yanlış bölgede oynadığını düşünüyorum. Çizgide oynasa etkili olurdu. Göbekte biraz silindi açıkçası. Yapması gerekenleri yapamadı. Kaldı ki Semih oyuna girdikten sonra o bölgede nasıl oynanır sorusunun uygulamalı dersini verdi diyebiliriz. Gökhan Gönül'e yaptığı asist çok değerli ve klastı.

Hiddink'in ikinci yarıda yaptığı Mehmet Topuz hamlesinin çok da doğru olduğu söylenemez. Topuz eğer sağ açık gibi oynasaydı daha yararlı olabilirdi. Hiddink ısrarla Hamit'i sağ açık oynatıyor. Oysa Hamit göbekte fark yaratır. Bu değişikliğin olduğu dakikalarda Avusturya gibi vasat bir takımdan baskı yedik ne yazık ki. Durumu değiştiren şey bireysel beceriyle atılan gol oldu.

Bu arada Ercan Taner'in müthiş bir maç spikeri olduğunu düşünsem de, şu oyuncularla ilgili felaket derecede salladığını görüyorum. Bu durum tabii ki rakibi fazla tanımamaktan ileri geliyor. Rıdvan da aynı durumda olunca ekran başındakilere gayet yanlış bilgiler veriyorlar. Bu durum, bu maçta rakip santrfor Maierhofer özelinde kendini tekrar etti. Ercan Taner, ısrarla Maierhofer'in rakipteki en etkili silah olduğunu söyleyip durdu. En tehlikeli oyuncu yorumunu yaptı. Boyunu falan söyledi. Oysaki alakası yok. Rakibin en etkili oyuncusu Marc Janko sakat olduğu için bu maçta mecburen oynayan vasat bir oyuncu Maierhofer. Zaten Alman ikinci liginde Duisburg forması giyiyor. Orada da çok ekstra işler yaptığı yok. Hatta oynadığı takımın en büyük yıldızı da Türkiye A2 Milli Takım forması giyen Olcay Şahan. Maierhofer'i böyle büyütecek ne vardı anlamadım. Yedekteki Linz bile ondan çok daha özelliklidir. Kaldı ki kaçırdığı penaltıda gördük arkadaşın ne kadar tehlikeli olduğunu.

Sonuç olarak, iyi oynamadık ama kazandık. Galibiyet çok önemli. Takımın kazanma alışkanlığı elde edip özgüven depolaması lazım. Bu da böyle galibiyetlerle olur. Şimdilik işler yoluna girme emaresi gösteriyor denebilir. Belçika maçında devamının gelmesi dileğiyle...

27 Mart 2011 Pazar

Adnan Polat Kovuldu (Nihayet)

Gerets'i kov... Feldkamp'ı kov... Cevat Güler'i kov... Skibbe'yi kov... Bülent Korkmaz'ı kov... Rijkaard'ı kov... Hagi'yi kov... Hatta ve hatta sezon sonunda Bülent Ünder'i de büyük ihtimalle kovacağın belli olsun.

Eee? Seni kimse kovamayacak mıydı? Genel Kurul da seni kovar tabii böyle. Bunu yaşamak zorunda mıydın? Böyle bir rezilliğin ana kahramanlarından olmak zorunda mıydın? Bugün öyle akıllı bir hareket yapabilirdin ki, hem seçimle güven tazeleme imkanın olabilirdi hem de ayakta alkışlanırdın. Seçim kararı aldığını deklare etsen şimdi karşında olan birçok kişiyi yanında da bulabilirdin. Sen, zorla gitmeyi tercih ettin. Kovulmayı tercih ettin.

Bu ibra edilmeme olayının anlamı çok büyük. Yani Adnan Polat'a deniyor ki, "Sana mali icraatlarınla ilgili herhangi bir yaptırımda bulunmuyoruz ama bil ki Galatasaraylılık duruşunu yerle bir ettin. Bil ki kulübün itibarını iki paralık ettin"

Bu, bir Galatasaray başkanının yaşayabileceği en acı şeylerden biri olsa gerek. Adnan Polat da yaptıklarıyla bu acı olayı yaşamayı dibine kadar hak etti maalesef. Keşke kulübe yakışır bir başkanlık dönemi geçirseydi. Keşke üç kuruşluk bürokrat sınıfının Galatasaray'ın onurunu ayaklar altına almasına göz yummasaydı. Keşke onu buralara getiren taraftarı bir kalemde harcamasaydı. Keşke dik durabilseydi... Eğilmeseydi, ezilip büzülmeseydi... Galatasaray başkanın olduğunun farkında olsaydı keşke...

Şimdi 30 gün sonra seçim var. Adnan Polat ve yönetiminde yer almış isimler bu seçimde aday olamayacaklar. Bu saatten sonra Galatasaray başkanı gerçek bir seçimle belirlenmez. Ancak ve ancak atama ile belli olur. Görüntü olarak bir seçim yapılır ancak başkan atama ile gelir. Bu atama da yapılmış gibi duruyor. İnan Kıraç'ın da işaretiyle Ünal Aysal başkan olacak gibi. Önemli olan, doğru düzgün bir yönetim oluşturması. Açıkçası Ünal Aysal'ı tanımıyorum. Tek bildiğim şey, yaşını başını almış, oturaklı ve paralı bir kişi olduğu. Sportif olarak ne verebileceğini, neyi becerip neyi beceremeyeceğini bilemiyorum. Kulübü Adnan Polat'ın yaptığı şekilde şirket yönetir gibi yönetecekse hiçbir şey düzelmez. Evet, belki öyle çok para kazanılabilir ama Galatasaray bir spor kulübüdür ve spor kulübü gibi yönetilmelidir. Eğer Ünal Aysal'da da spor kulübü yönetme vasfı yoksa mutlaka bu işin uzmanı idareciler bulup profesyonel bir ekip kurmalıdır.

25 Mart 2011 Cuma

Kara Delik / Hagi de Gitti... Yaşasın Bülent Ünder...

Kaç gündür ha gönderildi ha gönderilecek derken, nihayet Gheorhge Hagi'nin görevine son verildi Galatasaray'ın muhterem yönetimi tarafından. Yararlı olamıyordu. Hatalar yapıyordu. İnsan yönetiminde sıkıntısı vardı. Bunlar tamam.

Bir de herkesin diline pelesenk olan başka bir şey var: Bu yönetim anlayışıyla kim başarılı olabilir?

Evet, belki herkes aynı şeyi söylüyor. Ancak doğruya doğru... Bu anlayışla kim başarılı olabilirdi ki? Skibbe gibi bir öğretmen geldi ve gönderildi. Feldkamp gibi bir sistem kurucusu geldi ve gitti. Bülent Korkmaz gibi bir kulüp efsanesi geldi ve gitti. Rijkaard gibi dünyaca kabul edilmiş ve kendisini ispat etmiş bir teknik adam geldi ve gitti. Hagi gibi, hem dünyaca saygı gören hem de kulübün en büyük efsanelerinden biri geldi...

Ve bugün o da gitti...

Gördüğünüz gibi her tarz denenmiş. Yaşlı, genç, disiplinli, dünya yıldızı... Hepsi gelmiş ama hiçbiri yeterince çalışamamış. Gerekli şartlar hiçbirine sunulmamış. Sorunun yönetimde olduğunu biz yazmaktan, okumaktan bıktık. Gerçekten bıktık ama yönetim bıkmadı...

Şimdi Hagi'nin yerine Bülent Ünder'in geldiği söyleniyor. Sezon sonunda o da gidecek :)

Hagi'nin gidişi üzdü açıkçası. Hoş, onun açısından bakınca bu berbat yönetim anlayışından kurtulmuş olması sevindirici. Bu zorlu ortamda sorumluluk aldığı için de büyüklüğüne büyüklük katıldı benim gözümde.

Bülent Ünder'e gelecek olursak, onun da bu kulüpte en çok hakkı verilmeyenlerden biri olduğunu söyleyerek işe başlayabiliriz. Futbolseverlerin çoğu belki onun ismini bilir ama meziyetlerinin bir çoğunu bilmez. Hoş, seneye bu takımın başında olmayacak ama yine de en önemli özelliğinden bahsedelim biraz. Bülent Ünder, müthiş bir analiz yeteneğine sahip, futbolu çok iyi bilen ve Galatasaray'da teknik kadroda her zaman bulunması gereken bir isimdir. Özellikle Fatih Terim'in ilk döneminde kendisinden layığıyla faydalanılmıştır ancak sonrasında belki kulüp, belki de kendisi farklı seçimlerden yana tercih kullanmıştır. Oyunu müthiş okur Bülent Ünder. Zaten Fatih Terim döneminde yanlış hatırlamıyorsam bir sonraki rakibi izleyip analiz etme görevi ona aitti. Şimdi bu futbol bilgisiyle sezon sonuna kadar görevde olacak.

Bu arada Hagi'yle birlikte yardımcısı Bogdan Vintila ve kondisyoner Giovanni Melchiorre'nin de görevine son verildi. Peki ya Nezih Ali Boloğlu? O dimdik duruyor yerinde halen :) Mazallah Nezih Ali kovulursa Galatasaray kalecileri çok gol yerler değil mi?

23 Mart 2011 Çarşamba

Avrupa'nın Kralları...

Hazır Avrupa liglerine milli maç arası verilmişken şöyle kabaca bir gol krallarına bakalım dedim. Gol kralları ve takımlarının bu seneki performanslarını karşılaştırınca bazı oyuncuların daha çok bireysel olarak sıyrıldığını ve bu başarılarının, takımlarının genel durumuna pek yansımadığını görüyoruz. Ancak kimisi de direkt olarak takımını başarıya koşturmuş. Yani bu konuda bir genelleme yapmak çok zor.

İngiltere Premier Lig'de şu anda gol krallığı koltuğunda Dimitar Berbatov oturuyor. Bulgar oyuncu, 20 gol bulmuş ve takımı Manchester United ligin zirvesinde. Berbatov'un en önemli özelliği toptancı oluşu. Attığı gollerin haftalara dağılımı pek homojen değil. Mesela 3-4 hafta üst üste golleri sıralıyor. Arada hat-trick yapıyor. Hatta 7-1'lik Blackburn maçında 5 gol birden atmış. Bazen de uzun süre gol bulamıyor. Mesela son 6 haftada yalnızca 1 gol atabilmiş. Onu da son oynanan Bolton Wanderers maçında atabilmiş.

İspanya La Liga'da gol krallığının zirvesinde iki isim var. Kolayca tahmin edebileceğiniz gibi bu isimler Messi ve Cristiano Ronaldo. İki oyuncunun da gol sayısı 27. İki oyuncu da son maçlarda biraz durulmuş. Gösterdikleri performanslarla da takımlarını zirveye taşımışlar. Onlar hakkında fazla da yoruma gerek yok. Takımlarına ve lige etkileri herkesin malumu...

İtalya Serie A'nın kralı 25 gollü Antonio Di Natale... Yaşlı golcüler için altın madeni niteliğindeki Serie A, özellikle son iki sezondur Di Natale'yi de itinayla parlatıyor. Udineseli oyuncu, normalde orta sıralarda yer almaya alışmış olan takımının bu sezon üst sıralarda yer almasında ve hatta önümüzdeki sezon belki de Şampiyonlar Ligi'nde yer alacak olmasına golleriyle büyük katkı yapıyor. 33 yaşındaki Di Natale, özellikle ligin ilk yarısının ortalarından sonra form tutmuş ve büyük bir istikrarla atmaya devam ediyor.

Bundesliga'danın kralı ise 19 gollü Mario Gomez. Bayern Münih bu sezon aradığını pek de bulamadı ancak Mario Gomez, ligin 8. haftasında başladığı gol serisine itinayla devam ediyor. Takım biraz olsun toparlandıysa ve tarihi bir hezimetle karşı karşıya kalmadıysa bunda Mario Gomez'in payı büyük.

Fransa Ligue 1'de gol krallığının tepesinde Moussa Sow ismini görüyoruz. Ligue 1 gibi 12-13 golle kral olunabilinen bir ligde şimdiden 19 gole ulaşan Sow, takımı Lille'in de liderlik koltuğuna oturmasını sağlamış durumda. Sow'un bir özelliği de bir parlayıp bir sönenlerden olmaması. Gollerin haftalara göre dağılımı gayet istikrarlı.

Portekiz liginde açık farkla lider olan Porto'nun golcüsü Hulk da gol krallığında açık farkla lider durmda. 20 gollü Hulk, en yakın rakibine 7 gollük bir fark atmış durumda. Hulk, hemen hemen her hafta fileleri havalandırmış.

Fransa'nın tam tersi bir durum, bu sezon Hollanda'da yaşanıyor. Normalde 30-35 gollü krallar çıkaran Hollanda ligi gol krallığının şimdilik zirvesindeki isim, ligin orta sıra takımlarından NEC Nijmegen'in golcüsü Björn Vleminckx. 18 gollü Belçikalı, belki de gösterdiği performans ve kazandırdığı puanlarla takımının düşme potasında olmasını engellemiş gibi görünüyor.

Gelelim bize... Süper Lig gol kralı, malumunuz üzere Alex de Souza. Brezilyalı, attığı 19 golle takımının ligde şampiyonluğu kovalamasında en büyük pay sahibi olurken, bir de diğer gol krallarında olmayan bir özelliğiyle öne çıkmış ve yaptığı 11 asistle skora endirekt olarak da büyük bir katkı yapmış. Yaş 33 ama Alex de her geçen sene daha etkili...

22 Mart 2011 Salı

Skibbe Gitti Daum Geldi...

Eintracht Frankfurt, bugün ilginç gelişmelere sahne oluyor. Kulüpten yapılan açıklamaya göre teknik direktör Michael Skibbe'nin görevine son verilirken, yerine Christoph Daum getirilmiş. İkisi de bizim için tanıdık isimler. Türkiye'yle bağı olan teknik direktörlerle çalışıyor Eintracht Frankfurt. Seneye de Thomas Doll ya da Ralf Zumdick göreve gelir mi acaba?

Daum'un geçtiğimiz hafta Almanya'daki teknik direktör sirkülasyonuyla ilgili yaptığı açıklamalar böylece sonuç vermiş oldu. Bu arada Daum'la yapılan anlaşma sadece sezon sonuna kadar. Sonra tekrar oturup konuşacaklar. Takım, şu anda küme düşme hattının sadece 3 puan üzerinde. Daum'un Türkiye opsiyonu halen geçerli yorumunu yapabiliriz buradan. Acaba arada Skibbe de bu taraflara bir geri dönüş yapar mı? Bu da ayrı bir soru...

21 Mart 2011 Pazartesi

Anket Sonucu / Malumun İlamı: Suçlu Yönetim...

Geçtiğimiz haftalarda, bir anket düzenlemiş ve Galatasaray'da başarısızlığın sorumlusunu sormuştuk. Seçeneklerimiz yönetim, Hagi (daha doğrusu teknik heyet demek gerekirdi), futbolcular, basın ve diğer (taraftar, hakem vs) etkenlerdi.

Ankete oy verme süresi dün sona erdi ve aslında birçoğumuzun tahmin ettiği sonuç ortaya çıktı. Sizlerin oylarına göre içinde bulunulan durumun sorumlusu yönetim. Ben de sorumlu olarak Adnan Polat yönetimini görüyorum. Ancak şaşırdığım bir nokta var. Ben, %80 oranında oy bekliyordum yönetime. Ancak %65'te kaldılar. Bunun sebebini merak etmedim değil (Belki Hagi son haftalardaki oyuncu değişiklikleriyle oyunu arttırmış olabilir). Maddi yönden başarılı bulanlar var tabii Adnan Polat yönetimi. Ben de bu gruba dahil olduğumu söyleyebilirim ancak maddi başarı, genel tabloya baktığımızda onları kurtarmıyor. Adnan Polat'tan Mehmet Helvacı'ya, Yiğit Şardan'dan Işın Çelebi'ye, Murat Yalçındağ'dan Ali Haşhaş'a, hatta yönetimden ayrılan Haldun Üstünel'den Cemal Özgörkey'e kadar herkes şu içinde bulunduğumuz durumun sorumlularıdır bana göre.

Bu işi layıkıyla yapabilecek kim var, onu da bilmiyorum. Yani yönetime talip olduğu söylenen diğer isimlere bakıyorum. Adnan Öztürk, Ali Dürüst, Faruk Süren... Hiçbiri umut vermiyor. Belki vizyon açısından Faruk Süren'in yönetimde bulunması uygun olabilir. Ünal Aysal konusunda hiç yorum yapmak istemiyorum. Ondan umutlu olan çok ciddi bir kesim var. Ben tanımıyorum. Bildiğim tek şey, parası olduğu... Ancak bu durumun ne gibi bir avantaj sağlayabileceği bana göre meçhul. Adamın huyunu suyunu bilmiyorum çünkü. Bakalım, ilerleyen zamanda yaşayarak öğreneceğiz. Umarım ki bugünleri bir daha yaşamayız ve gerçek Galatasaray'ı izlediğimiz günlere bir an önce geri döneriz.

Bu arada oy dağılımı şu şekilde
Yönetim %65, Hagi %13, Futbolcular %11, Basın %4, Diğer %4

19 Mart 2011 Cumartesi

Underrated / Olcan Adın

Olcan Adın, bugün İBB karşısında üç gol bir asistle oynadı. Bir kez daha "ben buradayım" dedi. Bir kez daha hakkının ne kadar az verildiğini cümle aleme futboluyla gösterdi. Oysa konuşmak kolaydı. Sağda solda gevezelik etmeyi de tercih edebilirdi ama yapmadı. Futbol oynadı...

Bu blogda, Olcan Adın hakkında, daha önce linkteki yazıyı yazmıştım. O gün yazdıklarımda yanılmadığımı görmek beni çok memnun ediyor. 17 yaşından bu yana mümkün olduğunca yakından takip etmeye çalışıyorum. Ve bugünkü hali beni asla şaşırtmıyor. Şaşırdığım ve üzüldüğüm tek nokta, değerinin henüz anlaşılamaması... Çok daha iyi yerlerde olmalıydı Olcan Adın. Ve eminim ki olması gereken yeri de bulacaktır.

Galatasaray'la Beşiktaşlı yöneticilerin yerinde olsam, dakika beklemem onu kadroya katmak için. Bugün yere göğe sığdırılamayan Selçuk İnan'ın oynadığı U17 Milli Takımı'nın en büyük yıldızıydı Olcan. Varın gerisini siz düşünün...

Hagi'nin Oyuncu Değişikliklerindeki İnanılmaz Mantık Hatası / Galatasaray:1 Fenerbahçe:2


Uzun süre sonra, bir Fenerbahçe maçı esnasında, Galatasaray'ın galip geleceğine inanmıştım. Takımın oyunundan memnundum. Ancak ne olduysa yine maçı döndürmeyi başardı Kadıköylüler. Mücadeleleri üst düzeydi. Hak ettiler. Ancak konuşulması gerekenler var elbette... Bunlar arasında en önemlisi Hagi'nin oyun içi müdahaleleri olacak muhakkak. Galatasaray'ın, hiç oyuncu değiştirmese kazanabileceği maç, değişiklerle birlikte Fenerbahçe'nin eksenine giriverdi özet olarak.

Maçın başlangıcı tam da beklendiği gibiydi. Galatasaray golüne kadar iki taraf da kontrollü gidiyordu. Orta sahada alan daraltarak rakibe pas imkanı tanımamak üzerine kurulu bir anlayış hakimdi. Öncelikli hedef, karşı tarafı bozmaktı. Andre Santos'un işgüzarlığı, Colin Kazım'ın eski takımına kendisini ispat etme motivasyonuyla birleşince çok tehlikeli bir yerde topu kapan Galatasaraylılar, Fenerbahçe savunmasını hazırlıksız yakaladı ve gol geldi. Kazım'ın Fenerbahçe yedek kulübesine yaptığı hareketler tabii ki hoş değil. Ancak hakem ve takım arkadaşlarının da etkisiyle kafasını çabuk toparladı. Eğer hırsını dizginleyemese kırmızıyı da görürdü hani. Golün ardından ilk yarının sonuna kadar Fenerbahçe baskısı geldiyse de Galatasaray'ın kontrolündeydi oyun. Tek sorun, geriye fazlaca yaslanılmasıydı.

İlk yarıda Galatasaray genelde sağ kanattan geldi. Kazım ve Neill, hücum anlamında gerçekten etkiliydiler. Ancak soldan, neredeyse hiç atak olmadı desek yeridir. Bunun nedeni de Hagi'deki anlaşılmaz Stancu inadı. Stancu iyi bir futbolcu aslında. Ancak asla bir çizgi oyuncusu değil. Daha çok Necati Ateş'e benzer bir tarzı var. Hagi'nin bunu anlaması da zor değil aslında ama nedense ısrarla sol çizgide oynatıyor Stancu'yu. Eh, Stancu çizgi oyuncusu değil dedik, Hakan Balta da neredeyse hiç çıkmayınca Galatasaray tek kanada mahkum oldu bir anda. Fenerbahçe kendi sol kanadına da bir önlem alabilse bazı şeyler daha farklı olabilirdi.

İlk yarıya Fenerbahçe açısından bakarsak, orta sahada Cristian-Selçuk ikilisinin özellikle top kullanma konusunda ne derece sorunlu olduğunun altını çizmemiz gerekir. Hatta o kadar yetersizler ki, Özer Hurmacı ve Mehmet Topuz sık sık ortaya gelip top çıkarmak zorunda kaldı. Aslında Aykut Kocaman da bu maça başlarken bir hata yaptıysa, Cristian'ı oynatarak yaptı. Selçuk'un yanında Mehmet Topuz'u oynatıp Emre Belözoğlu'nun eksikliğini minimum derecede hissettirebilirdi. Nitekim Topuz ikinci yarıda göbekte gayet de etkili oldu.

İkinci yarıya başlarken Semih'in oyuna girmesiyle Fenerbahçe çift forvete döndü. Alex'in olduğu takımda çift forvet oynamanın sıkıntılarını hissederler diyordum ancak Hagi bu duruma uyanamadı diyebiliriz. Rakibin baskısını kolayca yedi Galatasaray. Yine çok fazla gömüldü ve skoru korumak adına ürkek bir anlayışa teslim oldu. Bu anlarda Baros'un gayet nizami olan golü verilse tabii ki sonuç daha farklı olacaktı ancak oyun anlamında istediğini ortaya koyan taraf Fenerbahçe'ydi bariz bir şekilde.

İkinci yarıda oyunun çevrildiği dakikalarda maçı izleyenlerin dikkatini çeken durum, Hagi'nin her zamanki gibi oyunu okuyamaması ve yaptığı hatalı oyuncu değişiklikleriydi. Arda'nın oyuna girmesi neden bu kadar önemlidir, anlayamıyorum mesela. Adam bariz bir şekilde "hazır değilim" diye bas bas bağırıyor. Göbekle kalça almış gitmiş. Beş metre koşsa dili dışarı çıkıyor. Neden bu ısrar? Ve kenarda geçen haftanın yıldızı Pino var... Kewell da aynı şekilde. Sakatlık vs derken iyiden iyiye kötü bir duruma gelmiş. Fizik olarak sıkıntılı bir hali var. Moral yerlerde belli ki... Neden Pino kenarda? Ve Fenerbahçe'nin ikinci yarıdaki baskı anlarında yakalanabilecek kontra pozisyonları düşünün. Pino gibi bir oyuncu sahada olsaydı en azından baskı bu dereceye varmazdı. Gökhan Gönül böyle rahat çıkamazdı belki. Çünkü arkada bırakacağı boşluğun başına iş açacağını bilirdi. Oysa Arda topu Gökhan Gönül'ün on metre önünde alıp depara kalktığı an, Gökhan iki saniyede yetişip topu alabiliyordu rahatlıkla.

Skor 1-1 iken Ayhan'ın oyuna alınması da ayrı bir konu. Sanki takım öndeymiş de skoru koruma derdine düşmüşüz gibi Ayhan alınıyor oyuna. Ve tabii buyrun Fenerbahçe'nin baskısına bir katkı daha...

Sezon başından bu yana sayısını hatırlayamadığım kadar değindiğim bir başka noktaya geçelim. Bu Hakan Balta'nın Galatasaray'da işi yok. Insua'nın ısrarla oynatılmamasını, hatta bu maçta kadroya bile girememesini anlamak mümkün değil. Gollerde Balta'nın soyismine uygun eylemlerini yine gördük. Sağ olsun, her maça damgasını vurma derdinde sanki kendisi. Peki ya Insua'nın günahı? Kiralık olması mı? Komik...

Maçta Galatasaray adına iyiler Servet, Cana, Culio, Yekta, Kazım ve tabii ki Baros'tu. Baros, uzun bir aradan sonra ilk sezonundaki halini hatırlattı. Yobo ve Lugano çok zorlandı Baros karşısında. Keşke sakatlık sorunu tamamen bitse de kendisinden faydalanabilse Galatasaray. Ancak sanki sezon sonunda o da gidici gibi.

Fenerbahçe'nin iyileri ise Mehmet Topuz, Semih, Gökhan Gönül ve tabii ki Alex'ti. Tabii ki belki bir iki isim daha sayılabilir ancak bu oyuncular en çok ön planda olanlardı.

Fenerbahçe'yi ve Aykut Kocaman'ı bu galibiyetten dolayı kutlamak gerekir. Her ne kadar Galatasaray da iyi oynasa bile Aykut Kocaman'ın ikinci yarı başlangıcında yaptığı değişiklikler ve aldığı risk, büyük takım olmanın gereklerindendir. Önemli olan bu riski taşıyabilmektir ve Fenerbahçe bugün bu riski taşımıştır. Fenerbahçe sezon sonunda şampiyon olacaksa da takımın bu dirayetinden ötürü olacaktır.

Son olarak, sahaya o şişeleri atanlar acaba bunu hangi akla hizmet yapıyorlar? O şişeler oraya nasıl girer? Kim göz yummuştur? Bir sürü soru var kafamda ama sanırım Türkiye'de bazı sorularda ısrar etmemek lazım. Zira yararsız...

Edit: Bir de Galatasaray yönetiminin desibel rekoru gibi gereksiz işleri var. Lan neyse... Demeyeceğim bir şey...

15 Mart 2011 Salı

Schuster İstifa Etti!

Sabah sabah hiç beklemediğim anda duymaktan mıdır bilmiyorum ancak nedense şaşırdım bu habere. Aslında şaşıracak bir durum da yok hani. Adam ne zamandır bıkkınlığını ve bezmişliğini belli ediyordu. Eh, kulüp de muhtemelen kendisinden memnun değildi ancak tazminatı el yakacak ve bir de "teknik direktör harcayan yönetim" pozisyonuna düşülecek diye pek ses çıkarmadılar. Sonunda da Schuster'in canına tak etti ve başarıyı yakalayamayacağına ikna olduğu an tazminattan falan da vazgeçerek istifayı bastı.

Bu istifanın bizleri şaşırtabilecek tek bir yanı var. O da Beşiktaş'ın kupada devam ediyor oluşu... Yani halen daha, ortada gerçekleştirilebilecek bir hedef var aslında. Bu bağlamda Schuster'in istifası, kendisinin bu hedefe ulaşmak için inancının da olmadığının bir göstergesidir.

Schuster kötü bir teknik direktör değil. Kulüp de onun teknik direktörlük meziyetlerini sergileyebilmesi için gerekeni yaptı diyebiliriz. Kimi istediyse alındı. Tabii bazı sakatlık ve disiplin sorunları nedeniyle savunma yönünden biraz zayıf kaldılar ancak yine de Türkiye'deki en büyük yıldızlar Beşiktaş'ta. Bu kadronun ağırlığını kaldırabilecek ve de kupayı kazanıp bu sezonki zararı minimuma indirebilecek bir teknik direktörle anlaşılması şart. Kimin geleceğini hep beraber göreceğiz. Sezonu bir emanetçiyle kapatıp önümüzdeki sezonun planlarını yapmak için zaman kazanmaya çalışabilirler. Ya da bakarsınız Benitez gibi boşta olan isim sahibi bir hoca apar topar getirilir. Ben, ilk seçeneğin gerçekleşme ihtimalini daha doğru görüyorum.

Kafama takılan bir başka durum da İbrahim Üzülmez'in ne olacağı tabii ki. Acaba Schuster'in gitmesiyle doğacak olan boşluktan faydalanıp, daha da Türkçesi, mevzuyu karambole getirip takıma döner mi diye düşünüyorum. Kısmet...

Özet olarak; Hem Schuster için hem de Beşiktaş için yararlı bir istifa olduğu kanısındayım. Olmadı mı olmuyor. Schuster iyi teknik adam, Beşiktaş'ta da iyi kadro var ama kan uyuşmadı işte. İki taraf da zarar görüyordu. Bakalım zararın neresinden dönülse kardır diyebilecek miyiz...

13 Mart 2011 Pazar

Siz En Güzel Duyguların Katilisiniz / Ankaragücü:3 Galatasaray:2

Yukarıdaki fotoğrafta Ankaragücü maçı için başkente giden Galatasaray kafilesini karşılayan taraftarların açtığı bir pankart var. Üzerinde "Siz en güzel duyguların katilisiniz" yazıyor. Düşünen de uygulayan da ne güzel etmiş.

Sanıldığından da önemli bir mağlubiyet aldı bugün Galatasaray. Altı üstü bir Ankaragücü deplasmanı, zaten bu sezon hedef yok, moral yok, motivasyon yok, deplasmanda güzel oyun yok, puan da yok diye düşünülmemesi gerekiyor. Bugün alınan mağlubiyet, takımdaki kırılganlığı da ortaya koymuyor. Bugün takımın kısa bir özetini izledik aslında. Koca sezondan çıkarmamız gereken dersleri bugün tek tek aldık.

Günün en dikkat edilmesi gereken iki üç ayrıntısından birisi, Hagi'nin takımı sahaya 4-4-2 dizilişiyle çıkarması oldu. Bugün Galatasaray maçı kazansaydı da bana kalırsa hatalı bir karardı sistem değişimi. Bu, her şeyden önce Hagi'nin artık günü kurtarma amacı taşıdığının, Galatasaray'da uzun vadeli planı olmadığının göstergesiydi. Onca zaman ısrar edilen sistemden vazgeçip sil baştan yeni bir düzen oturtmak çok da gerçekçi bir hareket değil. Birçoğumuz, şu dakikadan sonra takımın hangi sistemle oynadığının da önemi olmadığını düşünebilir. Böyle düşünenlerin de kendilerine göre haklı sebepleri vardır belki. Ancak benim düşünceme göre takımın doğru oyuncularla doğru bir şekilde oynayabileceği mevcut oyun anlayışı devam etmeliydi. Tekrar tekrar yeni şeyler ortaya koyup sahadakilerin de aklı karıştırılmamalıydı.

Buna rağmen kötü de başlamadı Galatasaray maça. Bundaki en önemli etkenlerden biri, Kewell ve Pino'nun sahada olması, ilk on birde ismi geçince benim de içinde bulunduğum birçok Galatasaray taraftarını isyan noktasına getiren Aydın Yılmaz'ın beklenmedik üstün performansıydı. Aydın'ın senelik iyi oynama kontenjanını kullandığı üç maçtan birini daha izlemiş olduk. Eğer Stancu yerine de Baros oynasaydı (ki cezalı olmasa da oynatmazdı Hagi) çok daha efektif bir hücum hattı görebilirdik.

Savunma da iyi kötü idare ediyordu. Lorik Cana'nın orta sahadaki yerine geçmesi, Luca Neill'in de sağ bekte (zaman zaman hata yapsa da) görev alması ile birlikte belli bir savunma düzeni kazanılmış, en azından kusursuz olmasa da muntazam diyebileceğimiz bir görüntü elde edilmişti. Ancak ne zaman ki oyuna Mustafa Sarp girdi, işte o an işler terse dönmeye başladı. Dikkat edin, Barış'ın girişini saymıyorum. Çünkü Stancu zaten yararsızca sahada geziniyordu. O sebeple onu oyundan alıp Barış'la orta sahayı desteklemeyi anlayabilirim. Tabii bana kalsa Barış da girmesin, Yekta girsin ama işte Hagi bu... Akıl sır ermiyor. Neyse, Mustafa Sarp konusuna devam edelim. Sarp'ın oyuna girmesi Galatasaray adına oyunun tüm gidişatını değiştirdi. Saha içindeki düzen alt üst oldu. Düşünün, sol bek Çağlar çıktı, yerine orta sahada ne olduğu belli olmayan Mustafa Sarp girdi, stoper Hakan Balta sol beke geçti. O dakikaya kadar ön liberoda başarıyla oynayan Lorik Cana da pek beceremediği stopere geçti. Bu anda Galatasaray 2-1 önde. Sonra ne oldu. Arda efendi de oyuna girdi. Takımda o an o dakikada en büyük ihtiyaç olan kontraatakları layığıyla gerçekleştirebilecek tek isim olan Pino oyundan alındı. Yorgun Aydın oyunda kaldı. Üzerine de doğal olarak Galatasaray iki golü kalesinde gördü. Bugün Mustafa Sarp'ın bir pozisyonuna çok takıldım. Orta sahada bir hava topu mücadelesinde iyi yer tutamadığı için rakibin altında kalışı ve kambura yatıp rakibini kalçasıyla çaresizce itmeye çalışması onun için her şeyin özetiydi. Ne zihinsel ne de fiziksel olarak Galatasaray'a yakışıyor.


Zapata hakkında yine söyleyecek çok şey var ancak artık onunla alakalı kendimi yormak istemiyorum. Bugün yine rezaletti... Üzerine gelen toplar haricinde hiçbir şutu çıkaramadı. Ceza sahası içinde çıkıp alması gereken yan topları izledi. Yumruklamaya çalıştıklarında da penaltı noktasını geçemedi. Tamamen aciz bir haldeydi yine.

İşte yazının başında "çıkarılması gereken dersler" diye bahsettiğim konula bunlar. Takımda kimin ne konumda olduğu, kimin tutulup kimin tutulmaması gerektiği gayet açıkça bu maçta ortaya çıktı. Mustafa Sarp, Hakan Balta, Ayhan Akman, Arda Turan, Zapata gibi oyuncuların Galatasaray'da işi yok. Sezon sonuna kadar da oynamasalar daha iyi. Belki Arda oynatılabilir. O da biraz piyasa yapıp satılması umuduyla... Kewell ve Pino gibi gerçekten üst düzey olan ve futbol akılları takımdaki en üst düzey oyuncular da sağlam oldukları sürece oynamalılar.

Gelelim Hagi'ye. Haftaya alınacak bir mağlubiyet, onun sonu olacaktır diye tahmin ediyorum. Peki haftaya sonuç ne olur? İşte o büyük merak konusu. Bu tarz maçların motivasyonu farklı olacağından, Hagi'nin bir süre daha devam etmesini sağlayacak bir sonuca şahit olabiliriz. Keşke bu yönetimin riskini omuzlarına almasaydı. Keşke biraz kendisini düşünseydi. Ama olamazdı. Çünkü o Hagi'ydi...

12 Mart 2011 Cumartesi

Kızgın Kumlardan Serin Sulara / Karabükspor:1 Bursaspor:1

Geçen gün yazdığım Yücel İldiz yazısının ardından bu maça şahit olmak gerçekten hoş oldu benim için. Yanlış anlaşılmasın, "Karabükspor mükemmel oynadı, Bursaspor'u şöyle ezdi böyle büktü" demiyorum. Yücel İldiz'in takımının, hiçbir şekilde pes etmemesi ve maçı kazanacak konuma gelmesiydi benim için güzel olan.

Maç çok hızlı başladı. Öyle "rakibi tartayım, ilk başta biraz kontrollü oynayayım" derdinde değildi iki taraf da. Karabükspor, evinde oynadığı bir çok maçta olduğu gibi maça gol yiyerek başladı. Bu, sanırım bir çeşit gelenek oldu mavi ateş için. Bursaspor'un korner atışı esnasında adam paylaşımı konusunda yine hata yaptı Karabükspor defansı. Kenny Miller gibi çok zeki bir son vuruş ustasını en iyi savunmacınıza tutturmanız gerekir. Seriç, Miller'ı kontrol edemeyince İskoç futbolcu çok klas bir vuruşla takımını öne geçirdi. Şu çok açık: Kenny Miller şu anda ligde son vuruş ve golü sezme açısından, açık ara bir numaradır... Çok şanslıyız onu Türkiye'de izleyebildiğimiz için.

Golden sonra Karabükspor'un mutlaka bir cevap vereceğini biliyordum. Bundan önce de hep öyle oluyordu nitekim. Yücel İldiz, benim tahminime göre sahaya tek forvet İlhan Parlak, arkasında da soldan sağa bir dizilişle Bülent Kocabey-Cernat-Şenol Akın üçlüsüyle çıkacaktı. Ancak o yine şaşırttı ve sahaya çift forvet olarak Angelov-İlhan Parlak ikilisini sürerek oyunu Bursa yarı alanına yıkmayı amaçladı. Sağda da Şenol'un yerine Dyego Coelho vardı. Coelho'yu Kerim'in yokluğunda sağ bek olarak izlemiştik. Bugün sağ açık olarak maça başladı ve bence çok da yararlı oldu. Tipik bir Brezilyalı olarak top tekniği üst düzey. Oyun içinde zaman zaman devamlılık sorunu çekiyor ancak sahanın her alanında etkili olabiliyor. Nitekim maç içinde zaman zaman sola ve hatta ortaya da geldi. Buralarda da gayet olumlu etkiler gösterdi.

İlk yarıya dair bir önemli detay da Bursaspor sol beki Mustafa Keçeli'nin durumuydu. Karabükspor ne zaman onun kanadından gelse, rakibini faulle durdurdu Keçeli. Oyunu ilk yarının sonlarına doğru gördüğü sarı kartla kapatması onun için bir şanstı diyebiliriz. Kaldı ki maçın hemen başında Coelho'yu çekip indirişi kartlık bir pozisyon olmasına rağmen Cüneyt Çakır tarafından müsamaha gösterildi. Hoş, ben de hakem olsam o dakikada kart göstermemeye çalışırım ama futbolcuların da dikkatli olması lazım.

İlk yarının sonuna kadar, Karabükspor gayet başarılı bir oyun koydu ortaya. Gayet net pozisyonlar elde ettiler. Coelho, Kerim ve özellikle de Angelov bu pozisyonları değerlendirebilse durum çok farklı olurdu. Angelov'u beğenmedim desem yalan olur. Golde pası çok güzeldi. Rakip kalede tehlikeli pozisyonlar yakaladı ancak son vuruşu yaparken çok güçsüz kaldı. Bunun da sebebi düzenli olarak oynayamamasıdır diyebiliriz. İlhan Parlak da onun hakkındaki ön yargılarımı yıkma yolunda. Hoş, zaman zaman çok kayboluyor oyunun içinde ama yine de bildiğimiz İlhan'dan iyidir. Bugünkü golünde de yaptığı koşu ve plasesi çok temizdi.

İkinci yarı için fazlaca söyleyecek bir şey yok. İki taraf da çok yoruldu. Fazla bir pozisyon yoktu. Bursa da Karabük de 1-2 önemli şans buldu ancak golü bulamadılar. Yalnız altını çizmek gereken bir durum var. Bursaspor, maçın sonlarına doğru Volkan Şen oyuna girdikten sonra sahada ağır basan taraf oldu. Volkan Şen ne olursa olsun şu takımda direkt oynar. Altidore kötü futbolcu değil ancak sağ açık olarak pek bir verim elde edilemiyor ondan. Sanırım kendisi de bu durumdan hiç memnun değil. Ve hatta orta sahada oynadığı için bir şaşkınlık yaşadığını da söyleyebilirim. Bu konuda geçen haftalarda Twitter'da "Şaka değil, orta saha oynadım" gibi bir mesaj da yazmıştı üstelik. Bence Miller'ın yanında ya da onunla değişmeli olarak oynamalı Altidore.

Karabükspor, Volkan Şen'in girişinin ardından Bursaspor'un kurduğu baskıda Emenike'nin yokluğunu hissetti. Nijeryalı eğer bugün sahada olsaydı maçın sonlarına doğru çok pozisyona girerdi.

Netice olarak ilk yarısı çok zevkli, ikinci yarısı durgun ve biraz sıkıcı bir maçtı. İki taraf da kazanabilirdi. Ancak Karabükspor, özellikle ilk yarıda kurduğu baskı ve bulduğu pozisyonları düşününce galibiyete biraz daha yakın olan taraftı.

Şunun anlaşılması gerekiyor. Karabükspor kadrosunda tabii ki her futbolcu sistem için kıymetli olsa da bu oyunculardan birisinin eksik olmasıyla takım çok büyük darbeler yemiyor. Sistem yine bir şekilde işliyor. A planı uygulanamasa B planı uygulanıyor. Tabii ki kadro kapasitesinin bir sınırı var. Ve belki bu kadro başka bir hocanın elinde olsa çok zor durumlarda olabilirdi ancak Yücel İldiz'in elinde çok farklı bir yere oturmuş durumdalar. Bugün Bursaspor'dan alınan puan az bir şey değil. Unutulmasın ki, Bursaspor'un bu haftalarda puan kaybına tahammülü yok. Onlar için de ilerleyen haftalar iyi olacaktır. Volkan Şen'in kafasını futbola verebilmesi ve Sercan'ın da takıma tekrar adapte olabilmesi halinde tekrar ilk ikiye girme şansları çok yükselecektir.

11 Mart 2011 Cuma

Hangi Galatasaray? / Hagi-Baros Kapışması Üzerine

Hagi'nin Milan Baros'u antrenmandan kovduğu haberi geldi bugün. Akşam akşam böyle bir şeyin üzerine keyif falan kalmıyor haliyle.

İnsan kime çatacağını, kime kızacağını şaşırıyor. Bir yanda efsane Hagi, diğer yanda takımın şu anki kadrosunda Kewell ve Cana'yla birlikte üst düzey tek oyuncu Baros... Muhakkak ortada bir yanlış var. Ancak bu yanlışı kime, nasıl pay etmemiz gerektiğini artık kestiremiyorum. Hagi'ye bakıyorum, "kesin haklıdır, arkasındayım" diyemiyorum. Baros'a bakıyorum, "Sakin adamdır, Hagi'nin damarına basmamıştır" diyemiyorum.

Kulüpte bir kimlik bunalımı mevzubahis. Sanki Galatasaray'dan değil de başka bir takımdan bahsediyormuş gibiyiz. Galatasaray'ın doğasına aykırı şeyler yaşanıyor. Herkes kendine göre haklı ama orta yol bulma derdinde olan da yok. Kendi karakteristik özelliklerinden gittikçe uzaklaşan, ve hatta bunu da kendi öz evlatlarının eliyle yaşayan bir Galatasaray var ortada. Durum hiç de iç açıcı değil.

Galatasaray'da şüphesiz ki bir akıl tutulması var. En başta yönetimde var. Sonra futbolcularda ve teknik heyette var. Ve tabii ki kaçınılmaz olarak taraftarda da var. Camia sağlıklı kararlar alamıyor. Yerinde tepkiler veremiyor. Şimdi düşünüyorum da, Hagi'nin Milan Baros'u kovma nedeni enteresan. Haberlere göre çift kale maçta Baros'u laubali gördüğü için yedek takıma göndermiş. Baros da sakin davranamayınca idmandan kovulmuş. Bu oyuncunun iş ahlakını hepimiz biliyoruz. En zor maçtan en kolay olanına kadar nasıl bir ciddiyet ve motivasyonla oynadığını hepimiz gördük. Hagi'ye sormak gerek; Baros mu zarar verecek bu takıma? Baros'a kadar idmandan, hatta takımdan kovulması gereken oyuncular yok mu? Hem de tonla var. Nedenlerini saymaya başlasam bitiremem herhalde. Bir de kadrodaki isimlere bakıyorum. Bugünkü Galatasaray kadrosunda elle tutulur kaç futbolcu var ve kimlerdir diye bir düşünüyorum. Başa Baros'u yazarım muhtemelen. Dikkat edin, Hagi de Galatasaray'da top oynarken bu konumdaydı. Oynadığı dönemlerde takımdaki en elit futbolcuydu. Baros da şimdi bu konumda ve bu iki isim de Galatasaray için bir değer. Buna göre davranmak lazım mutlaka... Ayrıca sağda solda yapılan "Hagi kendini kovdurmak için böyle yapıyor" yorumlarına da kesinlikle katılmıyorum. Hagi'yi tanımamaktır bunları düşünmek...

Yukarıdaki kısım, olaya dair Hagi eleştirisiydi. Bir de Baros'u eleştirelim. Dedik ya, Hagi de Baros konumundaydı futbol oynarken. Hatta daha fazlasıydı... Peki acaba Hagi bir gün olsun idmanı hafife almış mıdır? Hiç sanmıyorum. Tabii bu yorumu, Baros'un idmanda gerçekten de iddia edildiği gibi laubali davrandığını varsayarak yapıyorum. Evet, Baros maçlarda canını dişine takar ama en azından camianın böylesine kırılgan olduğu bir dönemde biraz daha duyarlı olamaz mıydı? Şüphesiz ki olabilirdi, olmalıydı... Üstelik bir de Misimovic olayına şahit oldu bu takımda. Bazı şeyleri öngörmek bu kadar zor olmasa gerek. Ayrıca Culio ve Pino ile yaşadığı olaylar da henüz çok taze...

Ben, bu yaşananların, içinde bulunulan şanssız dönemin bir parçası olduğuna inanmak istiyorum. İşler iyi gitse, bu iki büyük futbol aklının iyi geçinememesi gibi bir durum asla söz konusu olamazdı ancak kulüpteki psikolojik durum iyi değil. Umarım ki bu gibi olaylar, kulübün içinde bulunduğu zor durumdan kaynaklı geçici krizlerden ibarettir.

10 Mart 2011 Perşembe

Her Zaman Bir Planı Olan Adam / Yücel İldiz

Benim için çok geç kalmış ve nihayet bugün hakkını verebilme umuduyla başına oturduğum bir yazı daha... Bugün, sabun köpüğünden, sahte kahramanların istila ettiği Türk futbolunda, hakkını tırnaklarıyla kazıyarak, geç de olsa almaya başlayan bir teknik direktör Yücel İldiz.

Yücel İldiz, daha yeni yeni tanınan bir teknik direktör. Belki de işin en acı yanı bu. Yaşı 58... Şenol Güneş ve Yılmaz Vural'la birlikte ligdeki en yaşlı teknik direktör. Ancak ne yazık ki futbol kamuoyu onu yeni tanıyabildi. Bu zamana kadar hep alt liglerde çalışmış. 2001-2002 sezonunda Malatyaspor'la bir Süper Lig macerası var ancak o da kısa sürmüş. Zaten o sezon, Malatyaspor'u lige çıkaran da kendisi. Sanırım bu ayrıntı ve Karabükspor'la olan durumunu düşününce kendisinin alt liglerde ne önemli işler yaptığını ve ne kadar değerli bir futbol adamı olduğu çıkarımı yapılabilir.

İldiz'in geçmişinden biraz bahsetmek gerekirse, Adanaspor, Adana Demirspor, Diyarbakırspor, Samsunspor, Orduspor ve Malatyaspor gibi kulüplerde çalıştığını, Orduspor için çok önemli bir kişi olduğunu söyleyebiliriz. Bunu da tabii ki 2004-2005 sezonunda takım 2. Lig B Kategorisi'nde 11. sıradayken sezon ortasında göreve gelip, üst üste 17 maç kazanarak Lig A vizesi alarak sağladı. Bu arada 17 maç üst üste galibiyet de bir rekordur.

Şu an aynı durum, Karabükspor için de geçerlidir diyebiliriz. Takımı uzun bir aradan sonra tarihe geçecek bir performans göstererek Süper Lig'e çıkarması, üstelik bunu çok kısıtlı kaynaklarla yapması takdire değer. Yücel İldiz belki takdir görüyor ancak futbol kamuoyunda halen daha çok iyi tanındığını düşünmüyorum. Onun hakkında, halen daha, çok büyük yanılgılar mevcut. Örnek vermek gerekirse halen daha birçok insan, Karabükspor'un Emenike ve Cernat olmadan varlık gösteremediğini iddia ediyor. Bunun tersini görmek için, takımın bir maçını izlemek yeterli oysaki. Geçen sezon, Bank Asya 1. Lig'in ikinci yarısında Emenike'nin sakat olduğu birkaç haftalık bir süreç yaşadı Karabükspor. İkinci yarılar, her ligde, özellikle de Türkiye gibi mücadele gücünün yüksek olduğu ülkelerde hep daha zor geçer. Karabükspor, işte böyle bir dönemde Emenike olmadan da seri galibiyetlere devam etti, rakipleriyle arasındaki puan farkını açtı ve ligin bitmesine de uzun bir zaman kala Süper Lig'e çıkmayı başardı.

Aynı durum, bu sezon da zaman zaman yaşandı. Emenike ve Cernat, çeşitli zamanlarda sakatlıkları nedeniyle takımdaki yerlerini alamadılar. Çoğuna göre takımın taktiği basitti. "Geriden uzun pas at, Emenike koşsun" ya da "Ver Cernat'a, Emenike'ye ara pası atsın". Türkiye'de ligi izleyenler, Karabükspor'u bir yandan takdir ederlerken, bir yandan da takımın oynadığı futbolu, yani Yücel İldiz'in taktiksel anlayışının bu iki basit argümanla açıklamaya çalışıp çok ucube bir yere indirgemeyi tercih ettiler. Evet, Emenike ve Cernat Karabükspor için her zaman büyük güç oldu. Alınmak istenen sonuçlara bu iki futbolcunun varlığı esnasında daha kolay yollarla gidildi belki de. Ancak Yücel İldiz'in takımı, hiçbir zaman bu iki futbolcuya ya da herhangi başka bir futbolcuya bağlı olmadı.

Bir kere şöyle bir gerçek var. Karabükspor, ligin en iyi pas yapan, topu en iyi gezdiren takımlarından biri. Hatta ligde bu konuda en becerikli üç takımdan biri konumunda. Fatih Terim'in 1996-2000 yılları arasında Galatasaray'da çalıştığı dönemi hatırlayanlar bilir. Okan-Suat-Emre üçlüsünün önderliğinde müthiş bir pas organizasyonu vardı takımda. Rakibin baskı anlarından küçük küçük üçgenler oluşturulup, tek pasla hızlı bir şekilde çıkılır ve rakip, savunmada az adamla yakalanarak sonuca gidilirdi çoğu kez. İşte buna benzer, ezbere bir pas anlayışı bugün Karabükspor'da da mevcut. Hakan Söyler, Hakan Özmert, ligin ilk yarısında Tozo, şimdi ise Hocine Ragued'in organize ettiği bir orta sahaları var. Ve bu orta sahanın pas becerisi lig ortalamasının epey üzerinde. Bu oyuncular, orta sahayı gözleri kapalı yaptıkları kısa ve çabuk paslarla hızlıca geçip Emenike ya da ileride kim oynuyorsa onu topla buluşturarak rakibi az adamla yakalamayı beceriyorlar. Tabii ki geriden uzun toplar da atılıyor. Bunlar da olmalı ancak bu bahsettiğim pas organizasyonu, Karabükspor'un oyun yapısında büyük bir yer tutuyor.

Ayrıca Karabükspor'un bu paslarla sadece göbekten değil, kanatlardan da geldiğini belirtmek gerek. Sağ bekten Kerim Zengin'in, sol bekten de Anthony Seric'in etkili çıkışları var. Bu iki bekin hücum katkıları asla yadsınamaz. Onlar ilerideyken orta sahadan birisinin de yerlerini başarıyla doldurması, takım içindeki yardımlaşmanın bir göstergesi.

Uzun uzadıya anlatılacak çok şey var ancak söylemek istediğim şey, Yücel İldiz'in sürekli kendisini geliştiren, sistem oturtabilen ve her zaman, her duruma karşı bir planı olan bir teknik direktör olduğu... Karabükspor'un attığı gollerin çeşitliliği, yenik durumdayken mutlaka verecek bir cevapları olması da bunun güzel bir göstergesi.

Karabükspor gibi takımlarla gömülü savunma oynamak kolaydır. Savunmayı kendi ceza sahanızın çevresine gömer, önlerine iki tane kasap ön libero koyar, ileriye de Emenike'yi ve yanında oynayacak hareketli bir oyuncuyu koyarak uzun toplarla çok rahat çıkarsınız. Emenike rakip savunmayla güreşir, ya kendi gider atar, ya da diğer pırpır oyuncuyu kaçırır. Siz bir şekilde sonuca gidersiniz. Az gol yer, az atar ve puan cetvelinde de 13-15 arası bir sırada takılırsınız. Bunu yapan da çok (ve hatta Karabükspor'un yaptığını zanneden de). İki sezon önce Bülent Uygun'un şampiyonluk kovalayan Sivassporu da böyleydi mesela. Sonrasında neler olduğunu gördük. Yücel İldiz, asla bu yola girmedi Karabükspor'da. Onun takımı hep topa hükmetmeyi tercih etti. Savunma yapılması gereken dakikalarda savunma da yaptı. Ancak atak oynaması gerektiğinde de asla bundan çekinmedi. Kim oynarsa oynasın, sistem aksamadı.

Ligin geri kalan kısmı da farklı olmaz diye tahmin ediyorum. Karabükspor'un en büyük şansı Yücel İldiz gibi bir teknik adamla çalışmak oldu. Yücel İldiz'in en büyük şansı da, bir üst lige çıkardığı takımdan, yani Karabükspor'dan vefasızca kovulmamak oldu. İki taraf da şimdilik bu şansları iyi değerlendiriyor görüntüsünde. Umarım ki devamı da böyle gelir.

8 Mart 2011 Salı

GSCimbom Fanzin 42. Sayı Yazısı / Geçmişten Günümüze Galatasaray Kalesi

GSCimbom Fanzin'in 42. sayısı yayınlandı. Fanzinden öte, bir dergi kalitesinde olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Bu sayıdan itibaren bir aksilik olmazsa ben de her ay yazılarımla fanzine katkıda bulunmaya çalışacağım. İlk yazımı Galatasaray'ın bir süredir geçirdiği zor günlerde teknik olarak en önemli sorunlarından birisi olarak gördüğüm kaleci sorunu konusunda yazdım. Yazıyı aşağıda bulabilirsiniz. Fanzini okumak isterseniz, sayfanın sağ tarafında göreceğiniz bağlantıyı kullanabilirsiniz.

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE GALATASARAY KALESİ

Zoran Simovic… Claudio Taffarel… Faryd Ali Mondragon…

“Galatasaray’ın, son 25 yılında istisnasız tüm taraftarların güvendiği kalecileri kimlerdi?” diye bir soru olsa; herhalde cevap olarak bu üç isimden başkası çıkmazdı. Belki, onların oynadığı dönemlerde de yedikleri bazı hatalı gollerden dolayı tepki aldıkları zamanlar olmuştur. Ancak bugün kime sorsanız bu üç ismi ayrı bir yere koyacaktır.

Basketbolda bir söz vardır: “Her takım, oyun kurucusu kadar konuşur.” İsmet Badem çok kullanırdı mesela bu cümleyi. İşte bu durumun bir benzeri Galatasaray için de geçerli. Şöyle yüzeysel de olsa Galatasaray’ın bu 25 yıllık süre zarfında aldığı sonuçlara ve kalecilerine bir göz attığımızda, bu sonuca varabiliriz. Galatasaray, her zaman kalecisi kadar konuşabilen bir takım olmuştur. Tabii ki arada istisnai bazı dönemler mevcuttu, ancak genel görüntü bu şekildedir.

1986-87 sezonunda, 14 yıl aradan sonra gelen lig şampiyonluğunda ve 1988-89 sezonundaki o efsanevi Şampiyon Kulüpler Kupası Yarı Finali başarısında, kaledeki isim Simoviç’ti.

2000 yılında, dönemin devleri Borussia Dortmund, Leeds United ve Mallorca gibi kulüpleri eleyip; finalde Arsenal karşısında UEFA Kupası’nı kazanırken, hemen birkaç ay sonrasında UEFA Süper Kupa Finali’nde Real Madrid’i devirirken ve 2000-2001 sezonunda Şampiyonlar Ligi Çeyrek Finali’nde oynarken, Galatasaray kalesindeki isim Taffarel’di.

2001-2007 arasında, Galatasaray formasıyla sayısız maça çıkıp maddi zorluklarla mücadele ettiği için bir anlamda çıtası aşağıya çekilen takımın direnmesini sağlayanlar arasında adını başlara yazdıran, mucizevi şampiyonluklar yaşayıp Galatasaray için gözyaşı döken, sahanın diğer ucundaki bir olay için kalesinden fırlayıp arkadaşlarına arka çıkan kaleci ise Mondragon’du. Tabii Mondragon’un olayı biraz daha farklı. Takımla birlikte, Simoviç ve Taffarel kadar keskin başarılar yaşamamıştı. Ancak onun döneminde, kulübün içinde bulunduğu darboğazı ve yaşanan kadro erozyonunu da dikkate almak lazım. O şartlarda gayet istikrarlı bir çizgisi vardı Kolombiyalının.

Şimdilerde ise içinde bulunulan durum açıkçası biraz vahim… Kale için bir türlü aranan kan bulunamıyor. Bir sezon tecrübeli yabancı kaleci alınıyor, ertesi sezon yerliye dönülüyor. Hiçbirinde üst üste iki sezon sabredilmiyor. Mondragon’un ayrılmasının ardından 2007-2008 sezonunda Orkun Uşak ve Aykut Erçetin, ertesi sezon Morgan de Sanctis, 2009-2010 sezonunda ise Leo Franco ve Aykut Erçetin… İçinde bulunduğumuz sezon da Ufuk Ceylan, Aykut Erçetin ve devre arasında transfer edilen Robinson Zapata… Gelen isimlerin hiçbiri Simoviç, Taffarel ya da Mondragon etkisi gösterememiş. Görüldüğü üzere istikrar yok. Burada dikkat çeken tek istikrar, Aykut Erçetin’in bütün sezonlarda kadroda bulunması. Ancak oyun anlamında onun da devamlılığı yok. Ve tüm bu isimlere baktığımızda özellikle yerli kalecilerin, kaleyi birbirlerinden sık sık devraldıklarını görüyoruz. Bunun nedeni ise ne yazık ki diğer yerli kalecinin kötü performansı. Hani iyi olan kaleci ertesi hafta diğer kaleciyi kesip takıma girse iş değişecek. Ancak böyle bir şey de söz konusu değil.

Bugün Galatasaray kalesinde oynayabilmek için gereken ilk şart, bir önceki maçta oynayan kalecinin kötü performans göstermesidir. Bu durumda elbette size de sık sık oynama fırsatı gelebilir ancak bir maçta kötü performans göstermeniz ya da hatalı bir gol yemeniz halinde ertesi hafta yedek kulübesine, hatta tribüne yollanacağınızı bilmek, özgüveninizi delik deşik eder. Özgüven sorunu yaşadığınızda da, o hatalı gol mutlaka bir gün sizin ağlarınızı da havalandırır. İçinde bulunduğumuz dönemde Galatasaray kalesini korumaya aday yerli kaleciler için de bu döngü geçerlidir.

Aslında bu durum sadece bugüne özgü bir özellik değil. Galatasaray’da yerli kaleci konusu, son 25 senenin en önemli sorunlarından biri olmuştur. Zaten yazının başlarında ismini saydığımız, Galatasaray futbol takımının yakın tarihine damgasını vurmuş üç kalecinin de yabancı olması, bunu açıkça gösteriyor. Simoviç sonrası dönemde, takımın kalesindeki en istikrarlı ve en başarılı yerli ise -ister beğenin ister beğenmeyin- Hayrettin Demirbaş’tır. Ki Hayrettin de aslında kendisine fazla güvenilmediğini ve yabancı bir kalecinin kendisini direkt olarak kesebileceğini biliyordu. Bunun en enteresan göstergelerinden birisi de 90’lı yılların başında Yugoslavya’daki iç savaştan kaçan ve Türkiye’de çeşitli kulüplerde deneme antrenmanlarına çıkan bir Boşnak kalecinin (Hırvat da olabilir) yolunun, Florya’ya düşmesiyle yaşanmıştı. Şimdi adını tam olarak hatırlayamadığım bu kaleci, Galatasaray’la deneme antrenmanlarına çıkmak istediğinde, dönemin kalecisi Hayrettin Demirbaş tarafından “Ekmeğimize göz dikiyor” gerekçesiyle bir miktar yıpratılarak geri püskürtülmüştü. O dönemde doğal olarak Hayrettin’in de kötü zamanları oluyordu ve bu kötü zamanlar, sıklıkla tekrarlanmaya başlayınca o da kendisini bir anda sahanın dışında buldu. Ancak Hayrettin’in Galatasaray’dan kiralık olarak Vanspor’a gittiği 1994-95 sezonunda, kale ilk olarak şimdinin kaleci antrenörü Nezih Ali Boloğlu’na teslim edilmiş gibi göründüyse de daha sonra onun da hataları sıklaşınca Spartak Moskova’nın kalecisi Gintaras Stauce transfer edilmişti.

Nezih Ali Boloğlu’nun hikayesi de ilginçtir aslında. Kendisi Gençlerbirliği’nde oynarken, bir Galatasaray-Gençlerbirliği maçı esnasında Tanju Çolak’ın penaltısını kurtarmış ve sezon sonunda da süt alma bahanesiyle takımının kampından kaçıp Galatasaray’a imza atmıştı. Sonrasında gelen 6 sezonda sadece 17 kez forma giymiş, onlarda da pek umut vermemişti. Yani şimdiki kaleci antrenörümüz Nezih Ali Boloğlu’nun, maç tecrübesi olarak, beğenmediğimiz Aykut Erçetin’den daha yetersiz olması da bizim için bir ironi olsa gerek.

Ve Mehmet Duymazer… Galatasaray’ın o dönemki kaleci yıkımlarının başrol oyuncularından birisiydi. Ümit Milli Takım’ın gelecek vaat eden kalecisi olarak, Kayserispor’dan transfer edilmiş ve Beşiktaş’la oynanan bir TSYD Kupası maçında, Sergen Yalçın ve Orhan Kaynak’ın fantastik gollerinin ardından kafasını kale direklerine vurarak isyan etmişti. Zaten o günden sonra da kendine gelemedi.

90’ların ortaları, aslında bugünlere çok benzer. Bugün nasıl Aykut, Ufuk ve X diye tabir edebileceğimiz çeşitli yabancı kaleciler arasında gidip geliyorsak, o günlerde de sırasıyla Mehmet Duymazer, Pierre Esser (yani Cengiz Dülgeroğlu), Volkan Kilimci ve Mehmet Bölükbaşı (ve hatta şimdinin ünlü futbolcu menajeri Ahmet Bulut, nam-ı diğer Artist Ahmet –neyse ki resmi maçlarda oynamadı-) ile çeşitli arayışlara girmiş, arada da Gintaras Stauce ve Brad Friedel ile birkaç yabancı kaleci denemesinde bulunmuştuk. Taa ki Taffarel’e kadar…

Galatasaray kalesinde, yerlilerin işinin ne kadar zor olduğunu bize gösteren bir diğer isim de Pierre Esser’di. Biz onun Galatasaray formasıyla oynadığı ilk ve tek maç olan, aslında ilk başlarında da fena oynamadığı Vanspor maçının sonlarına doğru, gerçek adının Cengiz Dülgeroğlu olduğunu öğrenince, o da maçın son dakikasında Yusuf Tepekule’den yediği o meşhur/fantastik golü bizlere hediye etti. Ne de olsa Galatasaray kalesinde bir yerli kaleci isen böyle goller yemen lazımdı. Cengiz de bunu yapıp, bir süre daha Florya’nın sosyal imkanlarından faydalandıktan sonra Almanya’ya döndü. Ancak Türkiye’ye transfer olurken neden Cengiz Dülgeroğlu ismini değil de Pierre Esser ismini kullandığı sorusuna o dönemde pek kimse cevap bulamamıştı. Şimdilerde adamın kaygıları anlaşılabiliyor aslında. Haksız da değil.

Dediğimiz gibi, o dönemin şimdilere benzeyen en önemli özelliği, bir önceki maçta oynayan kalecinin kötü performans göstermesi halinde diğer kaleciye yerini bırakmasıydı. Bu sebeple bir sezonda 3-4 ayrı kalecinin forma giydiğine şahit oluyorduk. Bu kalecilerden en dikkat çekici hikayeye sahip olanlardan ikisiyse Volkan Kilimci ve Mehmet Bölükbaşı’ydı. Volkan Kilimci, takımı Kocaelispor’da oynarken Galatasaray’a karşı bir maçta çok iyi bir performans sergilemiş, Hayrettin’in de hataları peş peşe gelince Florya’nın yolunu tutmuştu. İri yapılı ve biraz hantaldı. İlk günlerde çok ekstra bir hatası ya da iyi oynadığı maçı yoktu. Vasat bir görüntü çiziyordu. Sonradan hataları üst üste gelmeye başlayınca, o da kendisini bir anda kulübede buldu. Hatta öyle bir serbest düşüş yaşıyordu ki, zaman içinde kulübeden tribüne gönderiliyor ve daha sonraları birkaç Türk futbolcuyla birlikte Belçika’nın Beveren takımına kadar uzanan bir yola girip, parasını alamadığı için alt liglerde oynamak üzere Türkiye’ye dönüyordu. Yerine geçen isim ise Akçaabat Sebatspor’dan alınan genç kaleci Mehmet Bölükbaşı’ydı. O dönemde henüz 19 yaşında olan Mehmet Bölükbaşı, kaleyi, Volkan’dan devraldığı 1997-98 sezonunun sonuna kadar büyük başarıyla korumuş ve takım da şampiyon olmuştu. Mehmet’le ilgili enteresan bir ayrıntı da geldiği günden, 2003-2004 sezonunda Çaykur Rizespor’a karşı oynanan ve kırmızı kart gören Mondragon’un yerine oyuna girip 5 gol yiyerek Galatasaray kariyerini sonlandırdığı lig maçına kadar, onun oynadığı hiçbir lig maçında Galatasaray’ın kaybetmemiş olmasıdır. Ancak nedense bir türlü izleyenlere güven verememiştir. Zaten ondan kaleyi devralan Taffarel de, Mehmet’in kötü performans göstermesinden dolayı değil; kendi iyi performansı, tecrübesi ve iyi kaleciliği sayesinde Galatasaray kalesine geçmiştir.

Şimdiki durumla o dönem arasındaki fark da budur. Başarı, formsuz ve yetersiz olanın kesilmesiyle değil, formda ve yeterli olanın kaleyi devralmasıyla yakalanmıştır. Buradaki başarıdan kasıt asla Süper Lig şampiyonluğu değil. Dikkat edilirse Volkan’ların Mehmet’lerin oynadığı dönemde de şampiyon oldu Galatasaray. Orkun ve Aykut’la da olmuştu. Bugün herhangi bir yerli kaleciyle de yine şampiyon olabilir. Ancak orta vadede, Galatasaray’ın Avrupa’da tekrar söz sahibi olabilmesi sadece istikrarlı bir kaleci ile mümkündür. Peki şu anda kadromuzda bulunan kaleciler bu durumun neresinde? Bu soru çok önemli. Ben, Aykut Erçetin’in artık Galatasaray kadrosunda bulunmasının bir anlam ifade ettiğini düşünmüyorum. Eğer üçüncü kaleci olmaya razı gelecekse tabii ki durabilir. Netice itibariyle sezon boyunca tek maç da oynasa 30 maç da oynasa aynı çizgide devam eden bir kaleci. Ne daha iyi ne de daha kötü… Ufuk Ceylan’ın ise kesinlikle gitmesi gerek. Aslında onun yetersiz olduğuna da inanmıyorum. Ufuk yetenekli bir kaleci. Fiziği mevkisi için gayet yeterli. Fakat en çok ihtiyaç duyduğu şey özgüven. Yani Galatasaray’da, bir yerli kaleci için en az bulunan özellikten bahsediyoruz. Ufuk hata yapmaktan korkmasa, üst üste 10-15 maç oynayabilse gözle görülür bir gelişme yaşayabilir. En ufak hatası yüzünden bir sonraki maçta kesik yiyeceği duygusuna kapılırsa Bursaspor maçında Vederson’dan yediğine benzer golleri, çokça görürüz kalemizde. Bu güven ortamını Galatasaray’da yakalayabileceğine inanmadığım için gitmesi gerekir diye düşünüyorum. Robinson Zapata’ya gelecek olursak, onun da aranan isim olduğunu sanmıyorum. Geleli belki çok kısa bir süre oldu ve az sayıda maça çıkma fırsatı bulabildi ama oynadığı maçlarda yediği goller, yaptığı pozisyon hataları ve yaşından dolayı gelişime açık olmaması nedeniyle de kısa vadede takımdan ayrılacağını düşünüyorum. Yaşına bakınca çok uzun bir süre için düşünülmediği yorumu yapılabilir. Yanılıyor olma ihtimalim de var. Henüz 4-5 maç oynadı sadece. İlerleyen zamanlarda daha net fikirler elde edilebilir. Bunlar, “şu anda” görünenler…

Bu sebeptendir ki, Galatasaray’ın ya bulduğu yetenekli yerli kalecide ısrar etmeye ya da yeni bir Simoviç’e, Taffarel’e veya Mondragon’a ihtiyacı vardır. Gelecek isim, iyi kaleciliğinin yanı sıra istikrar sahibi ve lider karakterli olmalıdır. Ayrıca taraftarla bütünleşebilmeli ve takımı sahiplenebilmelidir. Galatasaray, geçmişinden ders alabilirse, kendisine daha iyi bir gelecek çizebilir.

4 Mart 2011 Cuma

İlkay'la mı İlkay'sız mı?

Nürnbergli İlkay Gündoğan, bu sezonun en çok konuşulan isimlerinden. Takımının en büyük kozu... Tüm atakları o yönlendiriyor. Nuri Şahin'den ve Mesut Özil'den daha yetenekli olduğu ve daha iyi bir kariyere sahip olacağı söyleniyor. Peşinde birçok kulüp var. Sir Alex Ferguson'un da takibinde hatta...

Ancak ne var ki devre arasında Türkiye'de kamp yapan Nürnberg'in Bursaspor'la oynadığı hazırlık maçında sol ayak tarak kemiğinde bir çatlak oluştuğu için 7 haftadır takımının formasını giyemiyor. İşin enteresan tarafı, Nürnberg, İlkay'ın oynamadığı bu 7 haftalık süreçte ligin en çok puan toplayan ve dolayısıyla da en başarılı takımlarından biri konumunda.

İlkay, sezon boyunca 16 maça çıkmış. Bu 16 maç da ligin ilk yarısında oynanmış. Bir tek ligin 2. haftasında oynayamamış. Diğer tüm maçlarda sahadaymış. Bu 16 maçta Nürnberg 6 galibiyet 4 beraberlik ve 6 da mağlubiyet almış. 22 puan toplamış, 22 gol atmış ve 26 gol yemiş. Yani maç başına 1.375 puan kazanıp, 1. 375 gol atarken, 1.625 gol yemiş. Galibiyet ve mağlubiyet yüzdesi %37.5 iken, beraberlik yüzdesi de %25 olmuş.

İlkay'ın oynamadığı toplam 8 maçta 4 galibiyet, 2 beraberlik ve 2 mağlubiyet almış. Toplamda 14 puan kazanmış, 13 gol atmış ve 5 gol yemiş. Bu rakamlara göre de maç başına 1.75 puan kazanmış, 1.625 gol atmış ve 0.625 gol yemiş. Galibiyet yüzdesi %50'ye çıkmış. Mağlubiyet %25'e düşmüş ve beraberlik değişmemiş...

Üstelik liglerde ikinci yarıların da ilk yarılara nazaran daha zor geçtiğini hatırlatmakta fayda var. Bunun Bundesliga için de geçerli olduğunu, ligin ilk yarısında silindir gibi her rakibini ezen Borussia Dortmund'un ikinci yarıda aldığı sürpriz beraberlikler sayesinde de doğrulayabiliyoruz.

Tabii şimdi bunları okuyunca İlkay Gündoğan'ı kötülüyormuşum gibi bir hava oluşabilir. Ben yazarken öyle hissetmedim desem yalan olur :) Ancak tabii ki öyle bir durum yok. İlkay benim de çok beğendiğim ve özellikle takip etmeye çalıştığım bir oyuncu.

Varmaya çalıştığım sonuç, İlkay'ın satışının Nürnberg'e zarar değil yarar getireceğidir. Malum, Nürnberg menajeri Martin Bader, sürekli olarak İlkay'ı elinde tutmak istediklerini söylerken, ikinci yarıdaki performansın ardından satışa açık kapı bırakan açıklamalar yaptı. Mantıklı olan da bu gibi görünüyor. Belli ki İlkay tipinde bir oyuncu, yanında onu gerçek anlamda tamamlayacak oyuncular olmadığında Nürnberg tarzı takımlar için uygun olmayabiliyor. Futbolda istatistiğe her ne kadar fazlaca güvenmesem de Nürnberg için karlı olan, İlkay'ı iyi bir para karşılığında satıp kendi kadro yapılarına daha uygun oyuncuları alarak yola devam etmek olacak. İlkay'ın kalması demek, Nürnberg'in buradan bir seviye yükseğe çıkabilmesi için daha pahalı oyuncular alarak zaten çok da parlak olmayan mali durumlarını biraz daha zorlamak demek olacaktır. Oysa İlkay'la birlikte tarihlerindeki en karlı futbolcu satışlarından birini yapabilirler.

İşe bir de İlkay açısından bakalım. Bunca yeteneğe rağmen Nürnberg'de 16 maçta ulaştığı rakam 4 gol 3 asist. Muhtemelen İlkay da Nürnberg'in bir seviye üstü bir takımda, Nürnberg'de gösterdiği etkinin kat be kat fazlasını gösterecektir. En güzeli Nürnberg, sezon sonunda İlkay'ı iyi bir para karşılığında satsın, hem kendi kazansın hem de İlkay'ın önü açılsın...

Sercan Yıldırım Lokomotif Moskova'da

Birkaç gündür yoğun olarak haberlere konu olan transfer, bugün itibariyle nihayet sonlandı. Sercan Yıldırım, kendisini transfer etmek isteyen Lokomotif Moskova'yla son görüşmelerini yapmak ve sözleşme imzalamak üzere Moskova'ya gitti. Kulüplerin anlaştığını da bugün Bursaspor teknik direktörü Ertuğrul Sağlam açıkladı.

Bu transfer, çokça yoruma gebe tabii ki. Kimisi doğru bir karar olarak görüyor, kimisi de yanlış. Benim kafamdaki şüpheler de genelde insanların dile getirdiği şeyler.

Öncelikle neden Rusya?

Rusya Premier Ligi, bilindiği gibi biraz sert bir lig ve çok fazla gol olmuyor. Oyuncular zorlu saha ve iklim şartlarında oynamaya çalışıyor. Fatih Tekke ve Hasan Kabze'nin orada yaşadığı sıkıntılar malum. Sercan da tekniği ve hızıyla etkili olmaya çalışan bir futbolcu olarak o sert ligde zorlanabilir. Caner Erkin'in ne şekilde gidip ne şekilde döndüğü malum. Türkiye'de yere en sağlam basan oyunculardan biri olan Gökdeniz Karadeniz bile orada -nispeten başarılı olsa da- tam kapasiteyle oynayamıyor. Sercan Yıldırım için keşke Hollanda ya da Almanya'dan biri olsaydı diyorum bunları düşününce. Hele ki Almanya'da Nürnberg, Freiburg ya da Köln gibi bir takımda çok güzel işler çıkarabilirdi.

Peki Türkiye mi Rusya mı? Bana kalırsa Türkiye'de kalmasındansa Rusya'ya gitmesi daha bir tercih sebebidir. Neticede öyle ya da böyle daha göz önünde olan bir lig. Özellikle Brezilyalı futbolcuların Rusya ve Ukrayna gibi ülkelerin liglerinden yaptıkları sıçrama malum. Bu bakımdan Türkiye'den daha verimli bir ülkede oynayacak Sercan.

Transferin ne kadara biteceği net bir şekilde açıklanmadı. Ancak haberlere bakacak olursak 5 milyon avro ile 6,5 milyon avro arasında rakamlar dönüyor. Bursaspor'un Türk takımlarından 12 milyon avro istediğini hatırlayacak olursak, yarı yarıya düşmüş diyebiliriz. Bir de tabii Rus kulüplerinin bu gibi transferlerde oyuncunun piyasa değerinin üstünde paralar ödediklerini de biliyoruz. Yani buradan Sercan'ın normalde 3-3,5 milyon avroyu geçmeyecek bir bedelle transfer yapabileceği gerçeği de ortaya çıkıyor. Türkiye içindeki fiyat saçmalığı gayet net...

Ben, tüm mental sorunlarına rağmen Sercan Yıldırım'dan umudumu kesmiş değilim. Henüz 20 yaşında ve halen daha gelişime açık. Kendisini futbola verebilir ve kafasını rahat tutabilirse iyi yerlere gelebilir. Eksiklerinin üzerine gitmesi lazım. Özellikle de devamlılık ve son vuruş eksikleri. Son vuruş eksiğini kapatabilir. Bu teknik bir sorun. Ama devamlılık, daha çok mental bir problem. Burada ciddi bir çalışma yapması lazım. Umarım ki sonu Caner'e benzemez ve buradan daha iyi bir lige sıçrama yapar...

Kategoriler

201 afrika uluslar kupası 2010 dünya kupası 2014 dünya kupası a milli takım a2 ligi abdul kader keita abdullah avcı adana demirspor adanaspor adnan polat adriano ajax akhisarspor alanyaspor alex de souza alexis sanchez ali sami yen stadı almanya alpaslan dikmen altay amerika birleşik devletleri andre santos andrea pirlo ankaragücü ankaraspor anket antalyaspor arda turan arjantin arsenal arsene wenger as monaco atınç nukan atletico madrid aurelien chedjou avustralya aydın karabulut aykut erçetin aykut kocaman azerbaycan aziz yıldırım ballon d'or bank asya 1. lig barcelona başakşehir batuhan altıntaş batuhan karadeniz bayer leverkusen bayern münih bekir irtegün belçika benfica bertul kocabaş beşiktaş Beşiktaş ve City blogtivi bogdan stancu bolton wanderers boluspor borussia dortmund bosna hersek braga brezilya bucaspor bundesliga burkina faso bursaspor bülent ataman bülent korkmaz bülent uygun bülent ünder caner erkin celal kıbrızlı celtic cem sultan cesc fabregas ceyhun eriş ceyhun gülselam cezayir championship chelsea christoph daum claudio bravo claudio caniggia claudio pizarro claudio taffarel copa america corinthians cristiano ronaldo cska moskova cüneyt çakır çaykur rizespor daniel güiza danimarka david villa deniz kadah denizlispor deportivo la coruna didier drogba didier zokora diego maradona dirk kuijt diyarbakırspor doğaüstü futbol gerçekleri dunga dynamo dresden egemen korkmaz eintracht frankfurt elano elazığspor elvir baliç emiliano insua emmanuel emenike emre can erdoğan arıca eskişehirspor euro 2012 euro 2016 fabio bilica fanzin faryd ali mondragon fatih terim fc sion fc twente felipe melo fenerbahçe fernando muslera ferudun tankut fifa fildişi sahili formalar frank lampard frank rijkaard fransa franz beckebauer futbol sandığı galatasaray gana gaziantepspor gençlerbirliği genoa getafe gheorghe hagi giampaolo pozzo gine gino pozzo glasgow rangers gökhan inler gökhan töre gökhan ünal göztepe granada greuther fürth guillermo ochoa gurbetçi futbolcular guti guus hiddink güncel güney afrika güny kore güvenç kurtar haftanın ardından hakan arıkan hakan çalhanoğlu hakan şükür hakemler hamburg hamit altıntop hannover 96 harry kewell hasan kabze hayrettin demirbaş hertha berlin hırvatistan hikmet karaman hollanda honduras hugo almeida ibb ibrahim üzülmez ibrahima yattara iddaa ilkay gündoğan inceleme incleme ingiltere inter irlanda cumhuriyeti ispanya istanbulspor isveç isviçre italya ivica olic j-league japonya jerry akaminko johan elmander jose mourinho jupp heynckes juventus jürgen klopp kadir has stadı kamerun kardemir karabükspor karlsruhe karşıyaka kasımpaşaspor kasper hjulmand kayserispor keylor navas kıymeti bilinmeyenler kocaelispor kolombiya konyaspor kosta rika kulüpler birliği la liga lazio lefter küçükandonyadis leipzig lens ligue 1 lionel messi liverpool livorno lokomotif moskova lomana lualua los galacticos lucas neill lugano lyon maç öncesi maç yorumu mahmut özgener mainz mali mamadou niang manchester city manchester united manisaspor mario balotelli mario götze marius alexe marsilya martin palermo mateja kezman medhi benatia mehmet ali aydınlar mehmet ekici meksika melih gökçek mersin idman yurdu mert günok mesut bakkal mesut özil metin diyadin metin oktay metin tekin mevlüt erdinç mhk michael owen michael skibbe milan milan baros miroslav klose muhammed demirci muhammet reis mustafa denizli mustafa yücedağ nadir çiftçi napoli necati ateş necip uysal newcastle united nicolas anelka nijerya nostalji notts county nuri şahin nürnberg oğuz çetin oğuz sarvan oğuzhan özyakup olcan adın olympiakos orduspor orhan şam osc lille oscar cordoba ömer toprak panathinaikos paok paraguay pep guardiola pierre webo portekiz porto portsmouth premier league premier lig psg ptt 1.lig radamel falcao rafael benitez rais m'bolhi raymond domenech real madrid real sociedad rıdvan dilmen ricardo quaresma rigobert song river plate robert lewandowski roberto carlos robinson zapata roma romario ronaldinho ronaldo rosenborg sabri sarıoğlu sakıp özberk samet aybaba samir handanovic sampdoria samsunspor schalke 04 selçuk inan selçuk şahin semih şentürk senegal sercan sararer serdal adalı sergen yalçın serie a servet çetin sezer öztürk shakhtar donetsk sırbistan simao sabrosa simon kuper simon zenke sinan bolat sinan engin sivasspor slaven bilic slovakya slovenya spor basını sportivi st etienne stefan scepovic stoke city stsl stuttgart süleyman koç süper final şampiyonlar ligi şenol güneş şili tayfun korkut temur ketsbaia tff thierry henry tim howard tim krul tolgay arslan tolunay kafkas tottenham hotspur toulouse trabzonspor transfer tsg 1899 hoffenheim tsl tugay kerimoğlu tunus türk telekom arena twitter u20 udinese uefa uefa avrupa ligi ufuk ceylan unutulmaz ikililer uruguay ümit karan ümit kayıhan ünal aysal valencia vfl wolfsburg villarreal vincent enyeama volkan şen watford wayne rooney werder bremen wesley sneijder yekta kurtuluş yeni zelanda yeşil burun adaları yıldırım demirören yılmaz vural yunanistan yunanistan süper ligi yusuf şimşek yücel ildiz zenit ziraat türkiye kupası ziya doğan zlatan ibrahimovic zoran simovic zvjezdan misimovic

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails