Zoran Simovic… Claudio Taffarel… Faryd Ali Mondragon…
“Galatasaray’ın, son 25 yılında istisnasız tüm taraftarların güvendiği kalecileri kimlerdi?” diye bir soru olsa; herhalde cevap olarak bu üç isimden başkası çıkmazdı. Belki, onların oynadığı dönemlerde de yedikleri bazı hatalı gollerden dolayı tepki aldıkları zamanlar olmuştur. Ancak bugün kime sorsanız bu üç ismi ayrı bir yere koyacaktır.
Basketbolda bir söz vardır: “Her takım, oyun kurucusu kadar konuşur.” İsmet Badem çok kullanırdı mesela bu cümleyi. İşte bu durumun bir benzeri Galatasaray için de geçerli. Şöyle yüzeysel de olsa Galatasaray’ın bu 25 yıllık süre zarfında aldığı sonuçlara ve kalecilerine bir göz attığımızda, bu sonuca varabiliriz. Galatasaray, her zaman kalecisi kadar konuşabilen bir takım olmuştur. Tabii ki arada istisnai bazı dönemler mevcuttu, ancak genel görüntü bu şekildedir.

1986-87 sezonunda, 14 yıl aradan sonra gelen lig şampiyonluğunda ve 1988-89 sezonundaki o efsanevi Şampiyon Kulüpler Kupası Yarı Finali başarısında, kaledeki isim Simoviç’ti.
2000 yılında, dönemin devleri Borussia Dortmund, Leeds United ve Mallorca gibi kulüpleri eleyip; finalde Arsenal karşısında UEFA Kupası’nı kazanırken, hemen birkaç ay sonrasında UEFA Süper Kupa Finali’nde Real Madrid’i devirirken ve 2000-2001 sezonunda Şampiyonlar Ligi Çeyrek Finali’nde oynarken, Galatasaray kalesindeki isim Taffarel’di.
2001-2007 arasında, Galatasaray formasıyla sayısız maça çıkıp maddi zorluklarla mücadele ettiği için bir anlamda çıtası aşağıya çekilen takımın direnmesini sağlayanlar arasında adını başlara yazdıran, mucizevi şampiyonluklar yaşayıp Galatasaray için gözyaşı döken, sahanın diğer ucundaki bir olay için kalesinden fırlayıp arkadaşlarına arka çıkan kaleci ise Mondragon’du. Tabii Mondragon’un olayı biraz daha farklı. Takımla birlikte, Simoviç ve Taffarel kadar keskin başarılar yaşamamıştı. Ancak onun döneminde, kulübün içinde bulunduğu darboğazı ve yaşanan kadro erozyonunu da dikkate almak lazım. O şartlarda gayet istikrarlı bir çizgisi vardı Kolombiyalının.
Şimdilerde ise içinde bulunulan durum açıkçası biraz vahim… Kale için bir türlü aranan kan bulunamıyor. Bir sezon tecrübeli yabancı kaleci alınıyor, ertesi sezon yerliye dönülüyor. Hiçbirinde üst üste iki sezon sabredilmiyor. Mondragon’un ayrılmasının ardından 2007-2008 sezonunda Orkun Uşak ve Aykut Erçetin, ertesi sezon Morgan de Sanctis, 2009-2010 sezonunda ise Leo Franco ve Aykut Erçetin… İçinde bulunduğumuz sezon da Ufuk Ceylan, Aykut Erçetin ve devre arasında transfer edilen Robinson Zapata… Gelen isimlerin hiçbiri Simoviç, Taffarel ya da Mondragon etkisi gösterememiş. Görüldüğü üzere istikrar yok. Burada dikkat çeken tek istikrar, Aykut Erçetin’in bütün sezonlarda kadroda bulunması. Ancak oyun anlamında onun da devamlılığı yok. Ve tüm bu isimlere baktığımızda özellikle yerli kalecilerin, kaleyi birbirlerinden sık sık devraldıklarını görüyoruz. Bunun nedeni ise ne yazık ki diğer yerli kalecinin kötü performansı. Hani iyi olan kaleci ertesi hafta diğer kaleciyi kesip takıma girse iş değişecek. Ancak böyle bir şey de söz konusu değil.
Bugün Galatasaray kalesinde oynayabilmek için gereken ilk şart, bir önceki maçta oynayan kalecinin kötü performans göstermesidir. Bu durumda elbette size de sık sık oynama fırsatı gelebilir ancak bir maçta kötü performans göstermeniz ya da hatalı bir gol yemeniz halinde ertesi hafta yedek kulübesine, hatta tribüne yollanacağınızı bilmek, özgüveninizi delik deşik eder. Özgüven sorunu yaşadığınızda da, o hatalı gol mutlaka bir gün sizin ağlarınızı da havalandırır. İçinde bulunduğumuz dönemde Galatasaray kalesini korumaya aday yerli kaleciler için de bu döngü geçerlidir.

Aslında bu durum sadece bugüne özgü bir özellik değil. Galatasaray’da yerli kaleci konusu, son 25 senenin en önemli sorunlarından biri olmuştur. Zaten yazının başlarında ismini saydığımız, Galatasaray futbol takımının yakın tarihine damgasını vurmuş üç kalecinin de yabancı olması, bunu açıkça gösteriyor. Simoviç sonrası dönemde, takımın kalesindeki en istikrarlı ve en başarılı yerli ise -ister beğenin ister beğenmeyin- Hayrettin Demirbaş’tır. Ki Hayrettin de aslında kendisine fazla güvenilmediğini ve yabancı bir kalecinin kendisini direkt olarak kesebileceğini biliyordu. Bunun en enteresan göstergelerinden birisi de 90’lı yılların başında Yugoslavya’daki iç savaştan kaçan ve Türkiye’de çeşitli kulüplerde deneme antrenmanlarına çıkan bir Boşnak kalecinin (Hırvat da olabilir) yolunun, Florya’ya düşmesiyle yaşanmıştı. Şimdi adını tam olarak hatırlayamadığım bu kaleci, Galatasaray’la deneme antrenmanlarına çıkmak istediğinde, dönemin kalecisi Hayrettin Demirbaş tarafından “Ekmeğimize göz dikiyor” gerekçesiyle bir miktar yıpratılarak geri püskürtülmüştü. O dönemde doğal olarak Hayrettin’in de kötü zamanları oluyordu ve bu kötü zamanlar, sıklıkla tekrarlanmaya başlayınca o da kendisini bir anda sahanın dışında buldu. Ancak Hayrettin’in Galatasaray’dan kiralık olarak Vanspor’a gittiği 1994-95 sezonunda, kale ilk olarak şimdinin kaleci antrenörü Nezih Ali Boloğlu’na teslim edilmiş gibi göründüyse de daha sonra onun da hataları sıklaşınca Spartak Moskova’nın kalecisi Gintaras Stauce transfer edilmişti.
Nezih Ali Boloğlu’nun hikayesi de ilginçtir aslında. Kendisi Gençlerbirliği’nde oynarken, bir Galatasaray-Gençlerbirliği maçı esnasında Tanju Çolak’ın penaltısını kurtarmış ve sezon sonunda da süt alma bahanesiyle takımının kampından kaçıp Galatasaray’a imza atmıştı. Sonrasında gelen 6 sezonda sadece 17 kez forma giymiş, onlarda da pek umut vermemişti. Yani şimdiki kaleci antrenörümüz Nezih Ali Boloğlu’nun, maç tecrübesi olarak, beğenmediğimiz Aykut Erçetin’den daha yetersiz olması da bizim için bir ironi olsa gerek.
Ve Mehmet Duymazer… Galatasaray’ın o dönemki kaleci yıkımlarının başrol oyuncularından birisiydi. Ümit Milli Takım’ın gelecek vaat eden kalecisi olarak, Kayserispor’dan transfer edilmiş ve Beşiktaş’la oynanan bir TSYD Kupası maçında, Sergen Yalçın ve Orhan Kaynak’ın fantastik gollerinin ardından kafasını kale direklerine vurarak isyan etmişti. Zaten o günden sonra da kendine gelemedi.
90’ların ortaları, aslında bugünlere çok benzer. Bugün nasıl Aykut, Ufuk ve X diye tabir edebileceğimiz çeşitli yabancı kaleciler arasında gidip geliyorsak, o günlerde de sırasıyla Mehmet Duymazer, Pierre Esser (yani Cengiz Dülgeroğlu), Volkan Kilimci ve Mehmet Bölükbaşı (ve hatta şimdinin ünlü futbolcu menajeri Ahmet Bulut, nam-ı diğer Artist Ahmet –neyse ki resmi maçlarda oynamadı-) ile çeşitli arayışlara girmiş, arada da Gintaras Stauce ve Brad Friedel ile birkaç yabancı kaleci denemesinde bulunmuştuk. Taa ki Taffarel’e kadar…

Galatasaray kalesinde, yerlilerin işinin ne kadar zor olduğunu bize gösteren bir diğer isim de Pierre Esser’di. Biz onun Galatasaray formasıyla oynadığı ilk ve tek maç olan, aslında ilk başlarında da fena oynamadığı Vanspor maçının sonlarına doğru, gerçek adının Cengiz Dülgeroğlu olduğunu öğrenince, o da maçın son dakikasında Yusuf Tepekule’den yediği o meşhur/fantastik golü bizlere hediye etti. Ne de olsa Galatasaray kalesinde bir yerli kaleci isen böyle goller yemen lazımdı. Cengiz de bunu yapıp, bir süre daha Florya’nın sosyal imkanlarından faydalandıktan sonra Almanya’ya döndü. Ancak Türkiye’ye transfer olurken neden Cengiz Dülgeroğlu ismini değil de Pierre Esser ismini kullandığı sorusuna o dönemde pek kimse cevap bulamamıştı. Şimdilerde adamın kaygıları anlaşılabiliyor aslında. Haksız da değil.
Dediğimiz gibi, o dönemin şimdilere benzeyen en önemli özelliği, bir önceki maçta oynayan kalecinin kötü performans göstermesi halinde diğer kaleciye yerini bırakmasıydı. Bu sebeple bir sezonda 3-4 ayrı kalecinin forma giydiğine şahit oluyorduk. Bu kalecilerden en dikkat çekici hikayeye sahip olanlardan ikisiyse Volkan Kilimci ve Mehmet Bölükbaşı’ydı. Volkan Kilimci, takımı Kocaelispor’da oynarken Galatasaray’a karşı bir maçta çok iyi bir performans sergilemiş, Hayrettin’in de hataları peş peşe gelince Florya’nın yolunu tutmuştu. İri yapılı ve biraz hantaldı. İlk günlerde çok ekstra bir hatası ya da iyi oynadığı maçı yoktu. Vasat bir görüntü çiziyordu. Sonradan hataları üst üste gelmeye başlayınca, o da kendisini bir anda kulübede buldu. Hatta öyle bir serbest düşüş yaşıyordu ki, zaman içinde kulübeden tribüne gönderiliyor ve daha sonraları birkaç Türk futbolcuyla birlikte Belçika’nın Beveren takımına kadar uzanan bir yola girip, parasını alamadığı için alt liglerde oynamak üzere Türkiye’ye dönüyordu. Yerine geçen isim ise Akçaabat Sebatspor’dan alınan genç kaleci Mehmet Bölükbaşı’ydı. O dönemde henüz 19 yaşında olan Mehmet Bölükbaşı, kaleyi, Volkan’dan devraldığı 1997-98 sezonunun sonuna kadar büyük başarıyla korumuş ve takım da şampiyon olmuştu. Mehmet’le ilgili enteresan bir ayrıntı da geldiği günden, 2003-2004 sezonunda Çaykur Rizespor’a karşı oynanan ve kırmızı kart gören Mondragon’un yerine oyuna girip 5 gol yiyerek Galatasaray kariyerini sonlandırdığı lig maçına kadar, onun oynadığı hiçbir lig maçında Galatasaray’ın kaybetmemiş olmasıdır. Ancak nedense bir türlü izleyenlere güven verememiştir. Zaten ondan kaleyi devralan Taffarel de, Mehmet’in kötü performans göstermesinden dolayı değil; kendi iyi performansı, tecrübesi ve iyi kaleciliği sayesinde Galatasaray kalesine geçmiştir.

Şimdiki durumla o dönem arasındaki fark da budur. Başarı, formsuz ve yetersiz olanın kesilmesiyle değil, formda ve yeterli olanın kaleyi devralmasıyla yakalanmıştır. Buradaki başarıdan kasıt asla Süper Lig şampiyonluğu değil. Dikkat edilirse Volkan’ların Mehmet’lerin oynadığı dönemde de şampiyon oldu Galatasaray. Orkun ve Aykut’la da olmuştu. Bugün herhangi bir yerli kaleciyle de yine şampiyon olabilir. Ancak orta vadede, Galatasaray’ın Avrupa’da tekrar söz sahibi olabilmesi sadece istikrarlı bir kaleci ile mümkündür. Peki şu anda kadromuzda bulunan kaleciler bu durumun neresinde? Bu soru çok önemli. Ben, Aykut Erçetin’in artık Galatasaray kadrosunda bulunmasının bir anlam ifade ettiğini düşünmüyorum. Eğer üçüncü kaleci olmaya razı gelecekse tabii ki durabilir. Netice itibariyle sezon boyunca tek maç da oynasa 30 maç da oynasa aynı çizgide devam eden bir kaleci. Ne daha iyi ne de daha kötü… Ufuk Ceylan’ın ise kesinlikle gitmesi gerek. Aslında onun yetersiz olduğuna da inanmıyorum. Ufuk yetenekli bir kaleci. Fiziği mevkisi için gayet yeterli. Fakat en çok ihtiyaç duyduğu şey özgüven. Yani Galatasaray’da, bir yerli kaleci için en az bulunan özellikten bahsediyoruz. Ufuk hata yapmaktan korkmasa, üst üste 10-15 maç oynayabilse gözle görülür bir gelişme yaşayabilir. En ufak hatası yüzünden bir sonraki maçta kesik yiyeceği duygusuna kapılırsa Bursaspor maçında Vederson’dan yediğine benzer golleri, çokça görürüz kalemizde. Bu güven ortamını Galatasaray’da yakalayabileceğine inanmadığım için gitmesi gerekir diye düşünüyorum. Robinson Zapata’ya gelecek olursak, onun da aranan isim olduğunu sanmıyorum. Geleli belki çok kısa bir süre oldu ve az sayıda maça çıkma fırsatı bulabildi ama oynadığı maçlarda yediği goller, yaptığı pozisyon hataları ve yaşından dolayı gelişime açık olmaması nedeniyle de kısa vadede takımdan ayrılacağını düşünüyorum. Yaşına bakınca çok uzun bir süre için düşünülmediği yorumu yapılabilir. Yanılıyor olma ihtimalim de var. Henüz 4-5 maç oynadı sadece. İlerleyen zamanlarda daha net fikirler elde edilebilir. Bunlar, “şu anda” görünenler…
Bu sebeptendir ki, Galatasaray’ın ya bulduğu yetenekli yerli kalecide ısrar etmeye ya da yeni bir Simoviç’e, Taffarel’e veya Mondragon’a ihtiyacı vardır. Gelecek isim, iyi kaleciliğinin yanı sıra istikrar sahibi ve lider karakterli olmalıdır. Ayrıca taraftarla bütünleşebilmeli ve takımı sahiplenebilmelidir. Galatasaray, geçmişinden ders alabilirse, kendisine daha iyi bir gelecek çizebilir.